schule Pazar, Mayıs 27, 2012

Uzuuuun zamandır yazmayı planladığım ama bir türlü bilgisayar başına oturup da tamamlayamadığım İspanya seferi yazımı nihayet hayata geçiriyorum. Uzun zaman diyorum zira 2011 Temmuz'unda gerçekleşen bir vakadan söz ediyorum. 

İşte 5 günde akılda kalanlar :

Bitmek bilmeyen yol


Fatsa - Samsun : 1,5 s.
Samsun - İstanbul : 1,5 s.
İstanbul - Madrid : 4,5 s.
Madrid - Barselona : 7 s.
Barselona - İstanbul: 3 s.

TOPLAM : 17,5 saat teker üzerinde vakit geçirdik.


Lounge kepazeliği


Havaalanı deyince akla ilk gelenlerden biri de herşeyin fena derecede pahalı olmasıdır. Ama sağolsun kıymetli bankalarımız 'lounge' diye birşey çıkarmışlar.

Türkçesi şu:
Kredi kartın var mı? Var.
O bankanın havaalanının gidiş terminalinde kendine ait bir salonu var mı? Var.
Ne duruyorsun?
N'apayım?
Helva yaps...
Pardon!
İşte o salona giriyorsun arkadaşım, açık büfeden yiyorsun içiyorsun, internete giriyorsun, gayet konforlu koltuklarda yatıp yuvarlanıyorsun, vb...

İşte biz de şu yukarıda saydıklarımın aşkıyla çıktık yola. Reklam olacak ama bir sakıncası da yok bloğumda nasılsa. Amaç Wings Lounge a gidip yemek içmek. Ama anacım bu kartın da envai çeşidi varmış. Hepsi de ücretsiz olmuyormuş meğer.

Neyse geldik dış hatlar terminaline. Kahvaltı da yapmamışız. 3 kişide Wings var, 2 kişide yok.
Yürüyen merdivenin ortalarına kadar gelen Tahsin seslenir: Wings aşağıdaymış Yusuf biz iniyoruz. Siz de isterseniz İş Bankası'nınkine bir bakın yukarıda herhalde.

2 dk sonra

Tahsin: Alo Yusuf, bizi almıyolar olum...

Yusuf : Gelin gelin, burda maximum kartı olan herkesi alıyolar olum, yanında da misafir getirebilirmişsin.

Tahsin, Nur, Şule : !!! Hadi hadi hadi..!!


Onu bunu bilmem arkadaş; Hayat Maximum'da :)


Olimpik(?) Havuz


Madrid'deki otelimize vardık nihayet. Geziden önce, kalacağımız otellere internetten hafif bir göz gezdirmiş, arkadaşlara da anlatmıştım. Bahçesinde havuz var, odalar şöyle, vb...

Zaten 'havuz' kelimesi herkesi cezbetmeye yetiyor, bir de o sıcakta o yorgunluktan sonra akıllara ziyan bir istek duyuyorsun suya atlamak için.

Odalarımıza yerleştikten hemen sonra koridorda buluştuk, havuza ineceğiz. Herşey hazır : maazallah güneş müneş geçer diye şapkalar kafada, gözlükler yakada, havlular omuzlarda. Aaaa koruyucu kremi unutmuşum, bir koşu odadan aldım.

İndik resepsiyona.

- Where is the swimming pool??

- .....?? !!! Ha, ok. Go down.

- Eyvallah! Abi bunlar hiç turist görmemişler mi ya, ne biçim bakıyolar!


Görevlilerin şaşkın ve garip bakışları arasında -2. kata indik. Bahçeye açılan kat bu olsa gerekti. Aşağı indikçe burnumuza gelen klor kokusu, asansörden çıkınca iyice keskinleşti. Oraya bak buraya bak bi türlü bahçe kapısını bulamıyoruz. En sonunda birini gördük ve sorduk (O da çok garip bakıyordu).


"Come on" diyerekten hamam gibi sıcak, ufacık bir salonun kapısını açtı. İçeride de bir küvet..! Ona da sokmadılar. Bone olması lazımmış da, o da 5Euro imiş de imiş.

Hemen gerisin geri döndük odalarımıza. Güneş gözlükleri ve şapkalarla da kepaze olduğumuzla kaldık.


H&M


Madrid'deki ilk günümüzde serbesttik. Otelden çıkıp şehir merkezine indik. Otel öncesi rehberimiz küçük bir şehir turu yaptırırken otobüsle, üzerinde bir sürü güzel güzel mağazanın olduğu bir caddeden geçmiştik. Serbest zamanımızı bu caddede geçirmekte karar kıldık.

Dolan babam dolan bir türlü çıkamadık o caddeye. Gördüğümüz mağazaları hatırlamaya çalıştık. O sırada birinde H&M poşeti gördü Nur. Hemen koşup mağazanın yerini öğrendik. Tabii nüfusunun %80 inin İngilizce'den bihaber olduğu bir ülkede, birinden "Bu poşette yazan mağaza nerede?" sorusunun cevabını almak hiç de kolay olmuyor. Bize tarif edilen yerde bir H&M vardı fakat, bu cadde o cadde değil. Başkasına soruyoruz, orası da değil. Ama herkesin ağzından 'Grand Via' diye bişey çıkıyor. Tarif ediyorlar güya ama nafile. Grand Via yı bulmaya çalışırken tam 5 H&M, 2 Zara, 1 Mango ve bir sürü ayakkabıcı gezdik.

Saat geç oldu, artık pes edip dönecekken bütün ihtişamıyla H&M tabelası karşımıza çıktı. Nur çocuklar gibi şendi artık. Evet bulmuştuk Grand Via'yı. Artık çiçekler bir başka açacak, kuşlar bir başka ötecekti... Bu duygusal ve slowmotion akan sahneyi Yusuf ile Tahsin'in sesi bozdu: "Hadi hadi sonra bakarsınız, dönüyoruz."

Ertesi gün, daha ertesi gün, daha da ertesi gün bol bol gezdik öyle caddeleri. Nur'da baş gösteren H&M hastalığı içimizi parçalamadı değil. Özellikle de eşi Tahsin'in :) Tabii ucu benim cüzdana da dokundu. İstemeye istemeye gittiğim her yerden, elimde poşetlerle en son ben çıktım. N'apayım dayanamadım.

5 gün sonunda Nur, tam 13 H&M mağazasına ayak basarak yeni bir dünya rekoru elde etti.


Toledo


Her ne kadar ulaşım için 50 Euro bayılsak da, "Off iyi ki gelmişiz buraya!!" dediğimiz bir-iki yerden biriydi.
Genç nüfusun büyük şehir sevdasıyla terk ettiği, genelde emeklilerin yaşadığı, sessiz sakin, toprak rengi bir şehir Toledo.

İspanya'nın ortalarında, Castilla Mancha (düzlük kale) adında 5 şehirden oluşan bir bölgenin baş şehri.

Vizigotlar döneminde ilk başkentmiş. Kentin simgesi olan iki başlı kartal, vakti zamanında buranın siyasi ve dini başkent olduğunu gösteriyormuş.

Bir ara Arapların eline geçmiş. Sonra VI. Alfonso tarafından fethedilip tekrar Hristiyanlaşmış. Fakat bu eleman kendisine '3 dinin sultanıyım' diyerek hoşgörüyü esas almış.

Şehre girildiğinde, yerlerde yeşil çarpı işaretleri dikkat çekiyor. Meğer bu işaretler Cervantes'in yarattığı kahraman Don Kişot'un yürüdüğü istikamet üzerindeymiş.

İslamın şartı bilindiği üzere 5 tir. Ama burada 6 : vücut temizliği. Salgın hastalık gırla gittiği için her köşe başına hamam yapmışlar.

Sokaklar çok sevimli ve resmen tarih kokuyor. Hediyelik eşya satan bir sürü küçük dükkan var. En çok da bıçaklar ve badem ezmeleri ilgi görüyor.

Boğa güreşleri ilk burada bir meydanda başlamış yanılmıyorsam. Ve çevredeki bütün evlerin balkonları meydana bakıyor, bir nevi tribün.

Ve sırada Toledo Katedrali...
Yapımı yaklaşık 250 yıl sürmüş olan bu muhteşem yapı, haliyle bir çok tarzı bünyesinde barındırıyor. Dönemlerinde ülkenin en ünlü sanatçıları olan El Greco(ki kendisini takdir ettim) ve Goya'nın da eserleri içeride mevcut.
O kadar görkemli ve heybetli ki, içerisinde insan küçücük ve aciz hissediyor. Amaçları da buymuş gerçi.

Katedralle bağlantısını çözemesem de rehberimiz Pasaklı İsabel diye bir kraliçeden söz etti.
Bu İsabel başına buyruk bir kızmış. Kral olan babasına başkaldırmış falan. Öyleydi böyleydi derken Haçlı zihniyetini canlandırmış Müslümanlara karşı. Granada diye bir bölge var, burayı almak ister ama alamaz bir türlü. Ve şu meşhur cümleyi kurar : "Ben bu Granada'yı almadan, bütün Müslümanları öldürmeden yıkanmayacağım!"
Sonra ne yıkanmış, ne de üzerini değiştirmiş. Herhalde kimse yanına yaklaşamamıştır. Iyyy hem pasaklı, hem gudubet...

Prado Müzesi



The Descent From the Cross(Van der Weyden)
Dünyanın en iyi müzesiymiş kendisi.
İçeri bedava girmenin dayanılmaz hafifliğini hissettik önce.
Sonra hangi salona girmek istediysek para istediler bu garip turistlerden.
"Hay bööölee müzenin" deyip çıkarken, ayaklarımız bizi bir salona götürdü.
Sonra bir başkası ve başkası....
İnsanlar sanki resmedilmemiş, çerçevenin içine hapsedilmiş gibiydi. Sanki 3 boyutlu çizilmiş resimler.
Camilla Gonzaga with her sons (Parmigianino)




Bir saat sonra, "Bu resimler bu kadar muhteşemse, paralı salonlarda Allah bilir ne sergiliyolar?" tarzı hayranlık dolu iç sesler eşliğinde ayrıldık müzeden.



Francez Macia


Bamtur ile seyahat etmenin ayrıcalığını(!?!!) Barselona'daki otelimize gidince de hissettik. Öyle ki, otelden şehir merkezine iki araçla gidiyorsun.

Efendim Walden durağından T3 numaralı trene binip Maria Cristina durağına kadar yaklaşık 30 dk gidiyorsun. Ve bazen bu yarım saat o kadar bunaltıcı geliyordu ki, her durakta kapı açıldığında "ultima parada Francez Macia" deyip duran elektronik sesli adamı o an elimize geçirsek boğabilirdik.

Tabii yol biter mi böyle? Trenden in, metroya bin, yarım saat de orada yol al derken pestilimiz çıkmış bir şekilde ve içimizden Bamtur'a söylene söylene varıyorduk şehre.

Hele de bir gün, hem tren hem de metro numarasını karıştırmamız var ki evlere şenlik. 1 saatlik yolu 3 saatte katettik, 2 saat yerin altında bir oraya bir buraya koşturup durduk :S

Papperoni


Girdiğimiz hiçbir mekanda İngilizce bilen İspanyola rastlamadık diyebilirim.
O kadar ki, pizzacıda istediğimiz malzemeleri Nur'un kağıda çizmesi gerekti.
Acı seven Yusuf'a kıyak olsun diye ,Tahsin'in "paperoni de koyun" demesi üzerine gelen pizzamız da çöpe gitti.
Meğer paperoni, domuz salamıymış.

Biraz da Bilgi


Rehberimiz sağolsun güzel bilgiler aksetti bize.
Meğer Cervantes Preveze'de Osmanlı'ya karşı savaşmış ve 5 sene esir kalıp fidyeyle serbest kalmış. Bu bölgeye gelmiş daha sonra. Yel değirmenleri ve zeytinyağının epeyce önemli olduğu bu yeri anlatmış kitaplarında. Memurluk da yaptığı için insanları çok iyi tanırmış. Kitabında da gerçek insanları kullanıp oldukça detaya inmiş.

İspanyolca diye bir dil de yokmuş aslında. Orta İspanya lehçesi varmış. Kasteyano lehçesi, Latince ve Arapça'nın etkisi altında kalmış. Şimdi kullanılan dilde 4000 tane Arapça kelime varmış. Bütün İspanya Kasteyano lehçesi konuşuyormuş.

Ve tarım... İspanya'da tarım çok önemli. Neredeyse bütün Avrupa'nın sebzesi meyvesi buradan elde ediliyor.
1930 lu yıllarda (aydınlanma çağı, Picasso, Lorka.. vb. çıktığı kuşak) köyler kooperatiflerle örgütlenmiş. Hayvancılık ve tarım olabildiğince desteklenmiş. Tıpkı Ecevit'in KÖYKENT projesi gibi. Köylerde hem eğitim hem de sağlık hizmetlerine yer verilmiş. Hizmette sınır olmadığı için de köyden kimse kente göç etme çabasında değil. Yapılan işin en iyisi yapılıyor. Tarım aletlerini bireysel almak yok. Birinin bir makineye ihtiyacı olduğu zaman kooperatif temin ediyor o makineyi. Ee tabii aldım mı da en iyisini alıyor. Herşey bilimsel yöntemlerle ekiliyor biçiliyor. Çıkan mahsül de tüccara verilmiyor. Yerel tesisler kurup, burada pazarlıyorlar herşeyi. İş imkanı, para derdi olmuyor ve köyler boşalmıyor. Çoğu köy evi havuzlu villa tarzında mesela.


Royal Palace



Başkentteki bu sarayın yanlış hatırlamıyorsam 1000 e yakın odası varmış. Ziyaretçilere ise sadece 100 odayı açıyorlar. O gün oldukça yorgun olmamızdan mütevellit, o kadarcık odayı gezerken bile dilimiz damağımız kurudu, ayaklarımız kopma noktasına geldi diyebilirim.


Ama adamlar yapmış :)
Ben ömrü hayatımda o kadar büyük masa, o kadar büyük halı görmedim.
Vesselam kral da iyi yerde oturuyo :P


Yemek Yemek Yemek...





Damak zevkimize pek hitab etmedi İspanyol yemekleri.
Hele kahvaltılarda resmen aç kaldık diyebilirim. Peynir çeşidi bol ama bir peynirle de idare edilmiyor ki. Zeytin memleketinde zeytin yok.
Meğer sadece yağ için kullanıyorlarmış zeytini, bir de meze olarak.
Ama zeytinyağları hakikaten çok lezzetli. Ekmek ve domatesli sos eşliğinde çok iyi gidiyor :)






25 yıldır dondurma yiyicisiyim, ben böyle birşey tatmadım daha önce. Meğer bugüne kadar dondurma yememişim. Külaha sanki meyvelerin kendisini koymuşlar. Bu kadar gerçek bir lezzet yok!!






Paella... Lapa bir pilav. Lavaboya giderken yanlışlıkla mutfağa girmediğim için şanslı hissediyorum.
Zira içinde bir ben yokum.
Yenir mi? Evet, idare eder. Açken herşey candır.





Flamenco


Olé Olé nidaları eşliğinde harika bir gösteri seyrettik.
Turumuz tarafından biraz kazıklansak da tadına doyulmaz bir şovdu. 
Öyle ki, flamenko dersi almayı bile düşündüm bir ara. 
Oldukça da kalori yakıcı bir dans bence.


Veee Dönüş... 

Boş valizler iyice doldu, üzerine yenileri de eklendi.



Bunlar sadece akılda kalanlar. Üzerinden neredeyse 1 yıl geçtiği için ne kadar zorlasam da bazı şeyleri hatırlayamıyorum.  Ama herşeyiyle muhteşem bir geziydi hepimiz için. Bol kahkahalı, maceralı, eğlenceli bir deneyimdi. 
Bundan sonra daha kalabalık geziler olacak gibi. Orhan bebek yorulmasın diye o zaman aramızda olamayan Behice-Murat çiftinin yanında ,ekibe Adem ve 3 bebek (Orhan, Alp, Ali)  katıldı :)
Ha bu arada biz 5 kişi gittiğimizi sanıyoruduk ama meğer 6 kişilik bir kafileymişiz, gelince öğrendik :) Alp bebek şimdi 2 aylık.