schule Cumartesi, Kasım 28, 2015

Yeniden merhaba. 

Bu kez üç beş ay değil yaklaşık dört yıllık bir mola vermişim. 
Koskoca dört yılın özetini geçmek biraz zor olacak ama bir yerden de başlamak lazım. Erteleye erteleye bi bu kadar daha uzatmayayım işi. 

4 Ağustos 2011 dönüm noktası oldu hayatımın. 
30 Haziran 2012 de  biz de evliler kervanına katıldık nihayet. 
"Yolda" serisinde sürekli yazdığım İstanbul'da yaşıyorum artık. 
3 okul değiştirdim.
Bir sürü mezun öğrencim oldu. Hatta ilk öğrencilerim üniversite mezunu. Ve meslektaş olduk birkaçıyla. 
Hala çok tatlı öğrencilerim var. Onlar da gidecek yerine başkaları gelecek. Ben hala karekök anlatmaya devam edicem...
 
Mutlu mesut günlerin yerini, 2014 Mayıs'ında daha da  mutlu hatta musmutlu günler aldı. Çünkü kucağıma dünyanın en özel, en güzel varlığını aldım. 
Ali Aydın'ımı ...

Canım oğlum şimdi 18 aylık. 
Onunla ilgili yazılacak daha çookk şey var ama buraya sığdırmak istemedim. 

Oğlum özel bir yazıyı hak ediyor :)

Yazı yönünden çok kısır geçen bu koca zaman aslında çokça şey sığdırdı içine ama nedense elim bir türlü klavyeye gitmedi. 
Şimdi ne oldu da gaza gelip başladım onu da bilmiyorum. 
Ama bir gerçek var ki, içimi buraya dökmeyi özlemişim. 

Hoşgeldim :)



schule Pazar, Mayıs 27, 2012

Uzuuuun zamandır yazmayı planladığım ama bir türlü bilgisayar başına oturup da tamamlayamadığım İspanya seferi yazımı nihayet hayata geçiriyorum. Uzun zaman diyorum zira 2011 Temmuz'unda gerçekleşen bir vakadan söz ediyorum. 

İşte 5 günde akılda kalanlar :

Bitmek bilmeyen yol


Fatsa - Samsun : 1,5 s.
Samsun - İstanbul : 1,5 s.
İstanbul - Madrid : 4,5 s.
Madrid - Barselona : 7 s.
Barselona - İstanbul: 3 s.

TOPLAM : 17,5 saat teker üzerinde vakit geçirdik.


Lounge kepazeliği


Havaalanı deyince akla ilk gelenlerden biri de herşeyin fena derecede pahalı olmasıdır. Ama sağolsun kıymetli bankalarımız 'lounge' diye birşey çıkarmışlar.

Türkçesi şu:
Kredi kartın var mı? Var.
O bankanın havaalanının gidiş terminalinde kendine ait bir salonu var mı? Var.
Ne duruyorsun?
N'apayım?
Helva yaps...
Pardon!
İşte o salona giriyorsun arkadaşım, açık büfeden yiyorsun içiyorsun, internete giriyorsun, gayet konforlu koltuklarda yatıp yuvarlanıyorsun, vb...

İşte biz de şu yukarıda saydıklarımın aşkıyla çıktık yola. Reklam olacak ama bir sakıncası da yok bloğumda nasılsa. Amaç Wings Lounge a gidip yemek içmek. Ama anacım bu kartın da envai çeşidi varmış. Hepsi de ücretsiz olmuyormuş meğer.

Neyse geldik dış hatlar terminaline. Kahvaltı da yapmamışız. 3 kişide Wings var, 2 kişide yok.
Yürüyen merdivenin ortalarına kadar gelen Tahsin seslenir: Wings aşağıdaymış Yusuf biz iniyoruz. Siz de isterseniz İş Bankası'nınkine bir bakın yukarıda herhalde.

2 dk sonra

Tahsin: Alo Yusuf, bizi almıyolar olum...

Yusuf : Gelin gelin, burda maximum kartı olan herkesi alıyolar olum, yanında da misafir getirebilirmişsin.

Tahsin, Nur, Şule : !!! Hadi hadi hadi..!!


Onu bunu bilmem arkadaş; Hayat Maximum'da :)


Olimpik(?) Havuz


Madrid'deki otelimize vardık nihayet. Geziden önce, kalacağımız otellere internetten hafif bir göz gezdirmiş, arkadaşlara da anlatmıştım. Bahçesinde havuz var, odalar şöyle, vb...

Zaten 'havuz' kelimesi herkesi cezbetmeye yetiyor, bir de o sıcakta o yorgunluktan sonra akıllara ziyan bir istek duyuyorsun suya atlamak için.

Odalarımıza yerleştikten hemen sonra koridorda buluştuk, havuza ineceğiz. Herşey hazır : maazallah güneş müneş geçer diye şapkalar kafada, gözlükler yakada, havlular omuzlarda. Aaaa koruyucu kremi unutmuşum, bir koşu odadan aldım.

İndik resepsiyona.

- Where is the swimming pool??

- .....?? !!! Ha, ok. Go down.

- Eyvallah! Abi bunlar hiç turist görmemişler mi ya, ne biçim bakıyolar!


Görevlilerin şaşkın ve garip bakışları arasında -2. kata indik. Bahçeye açılan kat bu olsa gerekti. Aşağı indikçe burnumuza gelen klor kokusu, asansörden çıkınca iyice keskinleşti. Oraya bak buraya bak bi türlü bahçe kapısını bulamıyoruz. En sonunda birini gördük ve sorduk (O da çok garip bakıyordu).


"Come on" diyerekten hamam gibi sıcak, ufacık bir salonun kapısını açtı. İçeride de bir küvet..! Ona da sokmadılar. Bone olması lazımmış da, o da 5Euro imiş de imiş.

Hemen gerisin geri döndük odalarımıza. Güneş gözlükleri ve şapkalarla da kepaze olduğumuzla kaldık.


H&M


Madrid'deki ilk günümüzde serbesttik. Otelden çıkıp şehir merkezine indik. Otel öncesi rehberimiz küçük bir şehir turu yaptırırken otobüsle, üzerinde bir sürü güzel güzel mağazanın olduğu bir caddeden geçmiştik. Serbest zamanımızı bu caddede geçirmekte karar kıldık.

Dolan babam dolan bir türlü çıkamadık o caddeye. Gördüğümüz mağazaları hatırlamaya çalıştık. O sırada birinde H&M poşeti gördü Nur. Hemen koşup mağazanın yerini öğrendik. Tabii nüfusunun %80 inin İngilizce'den bihaber olduğu bir ülkede, birinden "Bu poşette yazan mağaza nerede?" sorusunun cevabını almak hiç de kolay olmuyor. Bize tarif edilen yerde bir H&M vardı fakat, bu cadde o cadde değil. Başkasına soruyoruz, orası da değil. Ama herkesin ağzından 'Grand Via' diye bişey çıkıyor. Tarif ediyorlar güya ama nafile. Grand Via yı bulmaya çalışırken tam 5 H&M, 2 Zara, 1 Mango ve bir sürü ayakkabıcı gezdik.

Saat geç oldu, artık pes edip dönecekken bütün ihtişamıyla H&M tabelası karşımıza çıktı. Nur çocuklar gibi şendi artık. Evet bulmuştuk Grand Via'yı. Artık çiçekler bir başka açacak, kuşlar bir başka ötecekti... Bu duygusal ve slowmotion akan sahneyi Yusuf ile Tahsin'in sesi bozdu: "Hadi hadi sonra bakarsınız, dönüyoruz."

Ertesi gün, daha ertesi gün, daha da ertesi gün bol bol gezdik öyle caddeleri. Nur'da baş gösteren H&M hastalığı içimizi parçalamadı değil. Özellikle de eşi Tahsin'in :) Tabii ucu benim cüzdana da dokundu. İstemeye istemeye gittiğim her yerden, elimde poşetlerle en son ben çıktım. N'apayım dayanamadım.

5 gün sonunda Nur, tam 13 H&M mağazasına ayak basarak yeni bir dünya rekoru elde etti.


Toledo


Her ne kadar ulaşım için 50 Euro bayılsak da, "Off iyi ki gelmişiz buraya!!" dediğimiz bir-iki yerden biriydi.
Genç nüfusun büyük şehir sevdasıyla terk ettiği, genelde emeklilerin yaşadığı, sessiz sakin, toprak rengi bir şehir Toledo.

İspanya'nın ortalarında, Castilla Mancha (düzlük kale) adında 5 şehirden oluşan bir bölgenin baş şehri.

Vizigotlar döneminde ilk başkentmiş. Kentin simgesi olan iki başlı kartal, vakti zamanında buranın siyasi ve dini başkent olduğunu gösteriyormuş.

Bir ara Arapların eline geçmiş. Sonra VI. Alfonso tarafından fethedilip tekrar Hristiyanlaşmış. Fakat bu eleman kendisine '3 dinin sultanıyım' diyerek hoşgörüyü esas almış.

Şehre girildiğinde, yerlerde yeşil çarpı işaretleri dikkat çekiyor. Meğer bu işaretler Cervantes'in yarattığı kahraman Don Kişot'un yürüdüğü istikamet üzerindeymiş.

İslamın şartı bilindiği üzere 5 tir. Ama burada 6 : vücut temizliği. Salgın hastalık gırla gittiği için her köşe başına hamam yapmışlar.

Sokaklar çok sevimli ve resmen tarih kokuyor. Hediyelik eşya satan bir sürü küçük dükkan var. En çok da bıçaklar ve badem ezmeleri ilgi görüyor.

Boğa güreşleri ilk burada bir meydanda başlamış yanılmıyorsam. Ve çevredeki bütün evlerin balkonları meydana bakıyor, bir nevi tribün.

Ve sırada Toledo Katedrali...
Yapımı yaklaşık 250 yıl sürmüş olan bu muhteşem yapı, haliyle bir çok tarzı bünyesinde barındırıyor. Dönemlerinde ülkenin en ünlü sanatçıları olan El Greco(ki kendisini takdir ettim) ve Goya'nın da eserleri içeride mevcut.
O kadar görkemli ve heybetli ki, içerisinde insan küçücük ve aciz hissediyor. Amaçları da buymuş gerçi.

Katedralle bağlantısını çözemesem de rehberimiz Pasaklı İsabel diye bir kraliçeden söz etti.
Bu İsabel başına buyruk bir kızmış. Kral olan babasına başkaldırmış falan. Öyleydi böyleydi derken Haçlı zihniyetini canlandırmış Müslümanlara karşı. Granada diye bir bölge var, burayı almak ister ama alamaz bir türlü. Ve şu meşhur cümleyi kurar : "Ben bu Granada'yı almadan, bütün Müslümanları öldürmeden yıkanmayacağım!"
Sonra ne yıkanmış, ne de üzerini değiştirmiş. Herhalde kimse yanına yaklaşamamıştır. Iyyy hem pasaklı, hem gudubet...

Prado Müzesi



The Descent From the Cross(Van der Weyden)
Dünyanın en iyi müzesiymiş kendisi.
İçeri bedava girmenin dayanılmaz hafifliğini hissettik önce.
Sonra hangi salona girmek istediysek para istediler bu garip turistlerden.
"Hay bööölee müzenin" deyip çıkarken, ayaklarımız bizi bir salona götürdü.
Sonra bir başkası ve başkası....
İnsanlar sanki resmedilmemiş, çerçevenin içine hapsedilmiş gibiydi. Sanki 3 boyutlu çizilmiş resimler.
Camilla Gonzaga with her sons (Parmigianino)




Bir saat sonra, "Bu resimler bu kadar muhteşemse, paralı salonlarda Allah bilir ne sergiliyolar?" tarzı hayranlık dolu iç sesler eşliğinde ayrıldık müzeden.



Francez Macia


Bamtur ile seyahat etmenin ayrıcalığını(!?!!) Barselona'daki otelimize gidince de hissettik. Öyle ki, otelden şehir merkezine iki araçla gidiyorsun.

Efendim Walden durağından T3 numaralı trene binip Maria Cristina durağına kadar yaklaşık 30 dk gidiyorsun. Ve bazen bu yarım saat o kadar bunaltıcı geliyordu ki, her durakta kapı açıldığında "ultima parada Francez Macia" deyip duran elektronik sesli adamı o an elimize geçirsek boğabilirdik.

Tabii yol biter mi böyle? Trenden in, metroya bin, yarım saat de orada yol al derken pestilimiz çıkmış bir şekilde ve içimizden Bamtur'a söylene söylene varıyorduk şehre.

Hele de bir gün, hem tren hem de metro numarasını karıştırmamız var ki evlere şenlik. 1 saatlik yolu 3 saatte katettik, 2 saat yerin altında bir oraya bir buraya koşturup durduk :S

Papperoni


Girdiğimiz hiçbir mekanda İngilizce bilen İspanyola rastlamadık diyebilirim.
O kadar ki, pizzacıda istediğimiz malzemeleri Nur'un kağıda çizmesi gerekti.
Acı seven Yusuf'a kıyak olsun diye ,Tahsin'in "paperoni de koyun" demesi üzerine gelen pizzamız da çöpe gitti.
Meğer paperoni, domuz salamıymış.

Biraz da Bilgi


Rehberimiz sağolsun güzel bilgiler aksetti bize.
Meğer Cervantes Preveze'de Osmanlı'ya karşı savaşmış ve 5 sene esir kalıp fidyeyle serbest kalmış. Bu bölgeye gelmiş daha sonra. Yel değirmenleri ve zeytinyağının epeyce önemli olduğu bu yeri anlatmış kitaplarında. Memurluk da yaptığı için insanları çok iyi tanırmış. Kitabında da gerçek insanları kullanıp oldukça detaya inmiş.

İspanyolca diye bir dil de yokmuş aslında. Orta İspanya lehçesi varmış. Kasteyano lehçesi, Latince ve Arapça'nın etkisi altında kalmış. Şimdi kullanılan dilde 4000 tane Arapça kelime varmış. Bütün İspanya Kasteyano lehçesi konuşuyormuş.

Ve tarım... İspanya'da tarım çok önemli. Neredeyse bütün Avrupa'nın sebzesi meyvesi buradan elde ediliyor.
1930 lu yıllarda (aydınlanma çağı, Picasso, Lorka.. vb. çıktığı kuşak) köyler kooperatiflerle örgütlenmiş. Hayvancılık ve tarım olabildiğince desteklenmiş. Tıpkı Ecevit'in KÖYKENT projesi gibi. Köylerde hem eğitim hem de sağlık hizmetlerine yer verilmiş. Hizmette sınır olmadığı için de köyden kimse kente göç etme çabasında değil. Yapılan işin en iyisi yapılıyor. Tarım aletlerini bireysel almak yok. Birinin bir makineye ihtiyacı olduğu zaman kooperatif temin ediyor o makineyi. Ee tabii aldım mı da en iyisini alıyor. Herşey bilimsel yöntemlerle ekiliyor biçiliyor. Çıkan mahsül de tüccara verilmiyor. Yerel tesisler kurup, burada pazarlıyorlar herşeyi. İş imkanı, para derdi olmuyor ve köyler boşalmıyor. Çoğu köy evi havuzlu villa tarzında mesela.


Royal Palace



Başkentteki bu sarayın yanlış hatırlamıyorsam 1000 e yakın odası varmış. Ziyaretçilere ise sadece 100 odayı açıyorlar. O gün oldukça yorgun olmamızdan mütevellit, o kadarcık odayı gezerken bile dilimiz damağımız kurudu, ayaklarımız kopma noktasına geldi diyebilirim.


Ama adamlar yapmış :)
Ben ömrü hayatımda o kadar büyük masa, o kadar büyük halı görmedim.
Vesselam kral da iyi yerde oturuyo :P


Yemek Yemek Yemek...





Damak zevkimize pek hitab etmedi İspanyol yemekleri.
Hele kahvaltılarda resmen aç kaldık diyebilirim. Peynir çeşidi bol ama bir peynirle de idare edilmiyor ki. Zeytin memleketinde zeytin yok.
Meğer sadece yağ için kullanıyorlarmış zeytini, bir de meze olarak.
Ama zeytinyağları hakikaten çok lezzetli. Ekmek ve domatesli sos eşliğinde çok iyi gidiyor :)






25 yıldır dondurma yiyicisiyim, ben böyle birşey tatmadım daha önce. Meğer bugüne kadar dondurma yememişim. Külaha sanki meyvelerin kendisini koymuşlar. Bu kadar gerçek bir lezzet yok!!






Paella... Lapa bir pilav. Lavaboya giderken yanlışlıkla mutfağa girmediğim için şanslı hissediyorum.
Zira içinde bir ben yokum.
Yenir mi? Evet, idare eder. Açken herşey candır.





Flamenco


Olé Olé nidaları eşliğinde harika bir gösteri seyrettik.
Turumuz tarafından biraz kazıklansak da tadına doyulmaz bir şovdu. 
Öyle ki, flamenko dersi almayı bile düşündüm bir ara. 
Oldukça da kalori yakıcı bir dans bence.


Veee Dönüş... 

Boş valizler iyice doldu, üzerine yenileri de eklendi.



Bunlar sadece akılda kalanlar. Üzerinden neredeyse 1 yıl geçtiği için ne kadar zorlasam da bazı şeyleri hatırlayamıyorum.  Ama herşeyiyle muhteşem bir geziydi hepimiz için. Bol kahkahalı, maceralı, eğlenceli bir deneyimdi. 
Bundan sonra daha kalabalık geziler olacak gibi. Orhan bebek yorulmasın diye o zaman aramızda olamayan Behice-Murat çiftinin yanında ,ekibe Adem ve 3 bebek (Orhan, Alp, Ali)  katıldı :)
Ha bu arada biz 5 kişi gittiğimizi sanıyoruduk ama meğer 6 kişilik bir kafileymişiz, gelince öğrendik :) Alp bebek şimdi 2 aylık.









schule Perşembe, Ağustos 18, 2011

Bir konuk yazarımı daha sizlere takdim etmekten onur duyarım :)

Nurefşan'dan ablası Hilal'e ithafen...

Tarih 12 Ocak 1992... Saat 03:15 civarı dünyaya gözlerimi açtım sanırım..Nerede,kimlerle,neler yaşayacağımdan habersiz..Önce beni hayattaki en değerli varlığımın yanına getirdiler ,annemin yanına.Daha sonra başka birisiyle tanıştırdılar 'baban' dediler.Şaşırdım,ürktüm,çekindim biraz.Çünkü narin küçücük annemin yanında çok heybetli ve gösterişliydi.Ama daha da şaşırtıcı olarak onu da çok sevdim,nedenini bilmeden..En sonunda yanıma annemden bile küçük,narin,çelimsiz,kıvırcık saçlı,sevimli mi sevimli bir kız çocuğu getirdiler ve kulağıma fısıldadılar: ''İşte bu kız büyünce senin en büyük yol göstericin olacak,iyi-kötü her gününde yanında olacak,başına ne zaman hangi kötülük gelirse gelsin sana hep yardım edecek,kendine dokunmadığı kadar yararı dokunacak sana,çevresindekiler onu çok sevicek ama o en çok seni sevecek,seni hiç bir zaman yalnız bırakmayacak,arada bir birbirinize kırılacaksınız ama o kırgınlık en fazla 18 saat bilemedin 8 gün sürecek daha sonra zaten tam 88 defa birbiriniz öpüp koklayacaksınız ve barışacaksınız,ha bu arada bu süreç içerisinde küs olduğunuzu kimseye belli etmeyceksiniz,dışardan gören hala sizi dünyanın en iyi anlaşan iki kız kardeşi olarak bilecek ;) başın ne zaman sıkışsa onu arayabileceksin,bazen boş yere sinirlenip ona kızacaksın sonra pişman olcaksın ama ona onu ne kadar sevdiğini söylemekte hep çekineceksin,en en en ama en büyük sırlarını ona vereceksin,her şeyini onunla paylaşacaksın sonsuz bir güvenle,yeri geldiğinde anne ve babanıza karşı bile birbirinizi savunacak koruyacaksınız,aynı zamanda onlara layık birer evlat olacaksınız,hayatın boyunca en çok onunla konuşacak en çok onunla güleceksin,en çok onunla sevinip en çok onunla ağlayacksın ve en çok onu seveceksin...'' İşte bu fısıltıları sadece dinledim ama çok korktum bu anlatılanların hiç birini bilmiyordum ki nasıl yapacaktım? Kim öğretecekti? Neyse dedim öğrenirim heralde zamanla..Aradan 4 yıl geçti ki benim ailedeki küçük çocuk sıfatımı alan birisi dünyaya geldi.onu da en az senin kadar sevdim bir anda.O daha şanslıydı bana göre çünkü yanında 2 tane senden olacaktı hayatı boyunca ;) en azından o zaman öyle düşünüyordum :) Velhasıl yavaş yavaş büyüyordum ve kulağıma fısıldananları nasıl yapmam gerektiğini bilmediğim için çok korkuyordum.Birden yanıma sen geldin.Önce elindeki 2 oyuncaktan birini bana verince PAYLAŞMAYI öğrettin.Oyun oynarken düştüğümde elimden tutarak kaldırarak YARDIM ETMEYI öğrettin.Sınavdan düşük not aldığımda annemlerden saklayarak SIR TUTMAYI öğrettin.Mahallenin delisi bizi kovalarken önce benim apartmana girmemi bekleyip sonra kendin girdiğinde BİRBİRİMİZE SAHİP ÇIKMAYI öğrettin.Annemin kızacağını bildiğin muzurlukları yaptıktan sonra odaya geçip kıkır kıkır gülerken EĞLENMEYİ öğrettin.Kısacası güvenmeyi,sevmeyi,gülmeyi,ağlamayı,aynı zamanda bu yazıyı okurken SABRETMEYİ öğrettin :) (ay şuan aklım o kadar karıştı ki toparlayamıyorum :S ) En son olarak da şunu diyeyim,inşallah senin bana yaptığın ablalığı ben de emoş için yapabiliyorumdur.Her zaman kendimi çok şanslı ve gurulu hissettim sizin gibi bir ailem olduğu için.Hepinizi çok seviyorum.Doğum günün kutlu olsun canım ablam

schule Cumartesi, Ağustos 06, 2011


Bol çeşitli, kalabalık iftar sofralarıyla; imsak vaktine saniyeler kala girilen telaşlı diş fırçalama kuyruklarıyla; her ne kadar Fatsa'da görme imkanı bulamasam da, ancak 'İstanbul için iftar vakti' geldiğinde televizyonda, akşam ezanı eşliğindeki İstanbul manzaralarında yerini alan mahya ışıklarıyla nihayet geldi çattı onbir ayın sultanı.

Bütün ilkler gibi Ramazan'ın ilk iftarı da oldukça heyecanlı geçti evde. Bir telaş bir telaş ki sormayın. Kolay değil tabi 16 kişilik iftar sofrası hazırlamak. Masaya otururken herkes nefis kokular eşliğinde "acaba önce hangisini yesek" in hesabını yaptı yine kafasında. Ama her iftar sofrasında olmuş ve bundan sonra da olacak olandan kaçamadık: Çorbadan sonra tıkanma sendromu...

Televizyonda yerini almaya başladı "Nerde o eski Ramazanlar!" temalı söyleşiler. İşin ilginç yanı bu özlem cümlesini kuranlar arasında 35-40 yaşlarını ancak doldurmuş olanların da bulunması. Açıkçası benim şu yaşa kadarki bütün Ramazan günlerim aynı geçti. İki kuşak öncekiler özlüyorlardır herhalde. Ama şu da bir gerçek ki onların asıl özledikleri eski Ramazanlar değil, eskinin televizyonsuz, hoş sohpetli günleri. Anılarında hep, her akşam biryerde toplanıp doyasıya muhabbet etmek var. Şimdi çok mu kötü peki? Tartışılır. Ama benim Ramazan günlerim gayet hoş, sohpetle geçiyor. Hele de bu sene..!
İleride bu günleri özler miyim bilmiyorum. Allah o klişe cümleyi kurdurmasın :)

schule Pazar, Temmuz 24, 2011

Bugün benim doğum günüm ve Kırşehir'in kıraç toprakları üzerinde, patlayan lastiğe içimden neler neler diyorum.
Şanslıyım ki arkadaşlarım yanımda. Daima hatırlayacağım bir 24 Temmuz günü.
Ve bugün kendime verebileceğim en güzel hediye ise,yaklaşık 6 saat sonra kavuşacağım evimde güzeeel bir uyku olacak.

schule Pazar, Temmuz 17, 2011

Çatalımı balığa sapladım, tam ağzıma atacakken televizyondan gelen sesle yerimden fırladım. Ekranda siyah deri straplez elbisesi, perçemini yana ayırıp lüle lüle yaptığı platin sarısı, kısacık saçları ile Sezen...

Harbiye'yi dolduran yaklaşık 6 bin hayranı, ellerinde (albüm ismine gönderme olarak) "öptük" yazılı pankartlarla hep bir ağızdan "Arkadaş"ı söylüyorlar.

Sezen şaşkın, gözleri dolu dolu.
Ve ben de orada olamadığım için ilk kez bu kadar pişman ve üzgün.

schule Cumartesi, Temmuz 09, 2011

Görev yerimin değişmesi hasebiyle çoğunlukla Korgan maceralarımı aktardığım 'Yolda' yazılarıma son noktayı koyduğumu düşünüyordum. Fakat ömür biter yol bitmez felsefesinden hareketle ve biraz da kendimi aşarak yolları aşındırmaya devam ediyorum. Saat 10:00. An itibariyle Madrid-Barselona karayolunda seyrediyorum (internet bağlantım olmadığı için yazımı sanırım otelde yayınlayacağım gerçi).

Yolda canım sıkıldığı için yazayım birşeyler dedim ama sanırım iyi bir fikir değildi. Sallanan bir otobüste küçücük bir ekrana bakıp yazı yazarsam olacağı budur..! Off araba tuttu !!

Neyse, bırakayım bari çok kötü şeyler olmadan.

Adios amigos.



(* merhaba)

schule Salı, Temmuz 05, 2011

Korgan İHL öğretmenleri olarak son kez Burcu ve benli bir organizasyon düzenleme kararı aldık geçtiğimiz hafta. Daha doğrusu bizim için bir nevi veda pikniği düzenlemiş arkadaşlar sağolsunlar. Tarih : 5 Temmuz Yer: Ünye Asarkaya
1 hafta boyunca o gün mangalın ardından oynanacak futbol maçının, çimlere oturulup çekilecek saçma sapan fotoğrafların hayalini kurarken, sisli,puslu ve hatta yağmurlu bir sabaha uyanmanın yarattığı depresif durumu tahmin edersiniz.

Erteleme ya da iptal söz konusu olmadığı için hemen yeni bir mekan bulmak için beyin fırtınası yapıldı organizatörler tarafından. Oldukça çetrefilli geçen toplantının ardından bir mekan galip çıktı fakat yarım saat içinde mutasyona uğradı birkaç kez. Ve en sonunda çok farklı, yepyeni bir yerde mangal yaptik: Okulun bahçesi...

Ateş yakıldı; köfteler, tavuklar, sucuklar dizildi; herkes ekmek elinde kuyruğa geçti (Ercan Hoca'nın iştahı gitmiş olacak ki 1kg köfte, 2 kangal sucuktan başka birşey yiyemedi yazık) ; semaver hazırlandı, çaylar da iyi gitti. Gırgır şamata da cabası.

E o kadar afiyet ve muhabbetten sonra ayrılık vakti de geldi çattı. Müdürümüz Yüksel Acar'ın elinden hizmet plaketlerimizi aldık Burcu'yla. Dokunaklı veda konuşmalarının ardından sarılıp ayrıldık arkadaşlarımla.

Ve son kez baktım dikiz aynasından İLK okuluma...


schule

Sabahın 6 buçuğunda gözlerimi açıp camdan baktığımda neyle karşılaşıyorum dersiniz? Karşılaşamıyorum çünkü sis ve yağmurdan hiçbir şey görünmüyor.
Bir haftadır sıcaktan yanıp kavrulup, okulca veda pikniği yapmaya karar verdiğimiz güne sağanakla karşılanmak reva mı!!
Bu nasıl muhalif bir havadır ya!

schule Cumartesi, Haziran 18, 2011

Epeyce uzun bir aradan sonra parmaklarım klavyeyle buluştular nihayet. Buluştular ama 5 dakikadır "delete" tuşuyla cebelleşiyorlar. Zira nereden başlayacağım, nasıl bir giriş yapacağım konusunda bir fikrim yok henüz.

Dile kolay "6 ay" geçmiş son yazımdan bu yana. Neler olmadı ki bu süre zarfında:

Güldüm, ağladım, eğlendim, uyudum, yoruldum, dinlendim. Bol bol okudum, gezdim, tozdum. Karmaşık sayı anlattım, anlamadılar, tekrar anlattım, anlamadılar, kızdım, çaktırmadım, tekrar anlattım, sanırım yine anlamadılar ama çaktırmadılar.
Voleybolu sevdim, maça bile çıktım, smaç karşıladım, alkışlandım.
Alındım, darıldım, şaşırdım hem de çok şaşırdım. Güven duygusunu kaybettim.
Şarkı söylettim. Yalnız olduğum zaman ben de söyledim.
Sürekli üşüdüm, ısınamadım.
Kaza yaptım, korktum.
Dondurma yedim, mumya gördüm, düşeyazdım (bunu cümle içinde hep kullanmak istemiştim), sıcaktan bunaldım.
Sezen dinledim. Plan yaptım, olmadı.
Bowlingde atış şeklimi düzelttim, strike yaptım.
Zayıf verdim, kurtardım, karne dağıttım.
Vedalaştım, ağladım, konuşamadım.

Hamdım, piştim, yandım...


schule Çarşamba, Ocak 05, 2011

Salı sabahı erkenden çıktım evden, uğrayamadım yanına. O gece program vardı, çok geç geldim Korgan'dan, uyandırmadım. Çarşamba sabahı okula yetişme telaşıyla çıkmadım yanına.
Evden çıktım, 15 dk sonra acı bir telefon sesiyle irkildim, geri döndüm. Solmuş benziyle salonda boylu boyunca uzanmıştı. Babamın "Annecim, bırakma beni!!" diye haykırışlarına, çaresiz çabalarına en ufak tepki vermedi. Gitti...

İlk defa, bu kadar yakınımı, yüzündeki çizgileri bile net hatırladığım birini kaybettim. İlk defa, beni koşulsuz, herşeyden çok seven birini kaybettim.

Ve pişmanım...

Bazen ,"Annecim, çok özledim, bi göreyim seni" diye odasına çağırdığında, "Babanne, okula geç kaldım, hazırlanıyorum" dediğim için;

Onu sımsıkı kucaklayarak sevgimi gösteremediğim için;

Salı gecesi Korgan'dan dönmemi endişeyle ve merakla beklediğini bile bile, uyandırıp "Babanne ben geldim, merak etme." deyip öpmediğim için...

2010 yılını babannemsiz kapattık. 2011 ve tabii sonrası onsuz geçecek.

Bizi , "Yavrumun yavrusu, kuşumun kuşu, kanarya kuşum" diye sevmesi;

İşine gelmediği bir olayı hatırlattığımızda, "Ne zamaaaann? Ben öyle bişey hatırlamıyorum!" diye yan çizmesi;

Ezan okunduğunda, "Az sısıııınn! Eziizz Allah Celle şanüüü" diye herkesi susturması;

"Hemi kızııım, babanneler seviliyo mu, ben babannemi görmedim hiç. " diyerek bizden sevgi cümleleri beklemesi;

Üniversite son sınıfa kadar beni her görüşünde, "Hemi kızım, sen şimdi ne olmak istiyon?" diye sorması;

Fırsat bulduğu her an "Yavrum, bende kemik erime var. Doktor bana 'sen hiç süt içmedin mi, hiç yoğurt yemedin mi ' dedi. Etmeyin yavrum, bol bol süt için" diye telkinde bulunması;

Her misafiri "Hadi canıımm, eyi günlerde buluşuruk" diye uğurlaması

artık olmayacak.

Canım babannem... İyi günlerde buluşamayacağız artık seninle.

Derdin ya hep "Cemal dedenle küstüm, çağırmıyo beni yanına" , inşallah dedemle buluşursunuz orada.

schule Perşembe, Aralık 09, 2010


8-9 yıl öncesinde olsaydık, bugün ben seni yemekhanede oyalarken Nur, Hünkar, Sibel, Sefa, Ufuk, Vural, Yusuf, Recep,İnan, ...(kısacası Fen-C ve Fen- B karması niteliğindeki grup), ellerinde Orkide'den özenle seçilmiş koca bir yaş pastayla çıkagelirlerdi. Tam 1 haftalık düşünme süresinin ardından alınmış hediye de cabası.

"Ayy inanmıyorum, nasıl sürpriz oldu anlatamam!" cümlesini kurardın ama aslında bal gibi de bilirdin bu merasimin olacağını. E tabii geleneksel hale gelmişti bu tip doğum günü kutlamaları :)

Ama yaşlandık artık. Dün gibi geliyor o günler fakat başta da dedim ya;8-9 yıl önce...

Bugün sürpriz yapamadık sana ama, yine yanındayız canım arkadaşım.

İyi ki doğmuşsun...

schule Perşembe, Kasım 25, 2010

Bir ağacın hikayesini anlatmak isterim size. Ama ağaç deyip de geçmemek gerek. Siz deyin çınar ağacı yıllara şahit olmuş, ben diyeyim renk cümbüşü, desen desen çocukların kalbi...

Öyle bir ağaç ki bu; her bir yaprağı ayrı bir bahar getirmiş içimize. Tohumken fidan, fidanken umut olmuş. Hiçbir balta kesememiş,yıkılmamış. İlimle irfanla sulamışlar. Kökleri, kalbimizi saran, koruyan muhafızmış. Mutlu sonlar yaratmış, bizi mutlu yapmış. Ve en önemlisi de çevresi de fidanlardan koca bir orman olmuş.

Sadece bahar değilmiş içimize getirdiği... Belki de bir kış günü, ama soğuk değil. Beyaz ve masumca. Soğukta içilen, dumanı üstünde bir bardak çay gibiymiş. Fakirlerin evine yılda bir giren et gibi. Bu kadar anlamlı, bu kadar hayat doluymuş. Sel oldu mu toprağı korumuş, tutmuş, bırakmamış. Sevgisini güneşten alıp, doğruca fidanlarına yansıtmış. Yeis kalmamış akıllarda. Cahilliğin üzerine set çekmiş kitaplardan. Gülen yüzlerle sevinçleri, ağlayan gözlerle de hüznü tatmış. Kurumuş, dallarında hal kalmamış, ama onun gibi bir sürü ağaç yetiştirmiş. Dünyaya oksijen verip "Oh be!" dedirtmiş. Ne güzel bir dünya öyle değil mi? Aslında bu hikaye gerçek. Sanmayın ki onlar bizden çok uzakta. Mesafelere çizik atmak bize düşmüyor mu?

O ağacın gerçekteki hali öğretmenlerdir. Şu satırları dahi onlarsız yaşamak mümkün mü? Yaşamayı, yaşatmayı, sevmeyi, sevdirmeyi, yeşermeyi, yeşertmeyi, olmayı, olgunlaştırmayı, kısacası fidan büyütmeyi bilen öğretmenler... En önemlisi de bu hikaye mutlu sonla bitmiş. Umarım ki bizim mutlu hikayemiz hiç bitmez.

Zeynep EĞMEN
Korgan AİHL 11-A

Yeminimi de ettim. Bugün itibariyle gerçek öğretmen (!) olmuşum.
Günümüz kutlu olsun bakalım.

schule Salı, Kasım 02, 2010

Topu topu 4 yazı yazmışım son İstanbul yolculuğum üzerine. Gerçi bu biraz da yazı kısırlığından kaynaklanıyor. Zira 23 Temmuz muş tarihi.


'Arkadaşlar' teması üzerine kurulu önceki İstanbul gezintilerinin konsepti farklıydı bu kez. 29 Ekim tatilini fırsat bilen kardeş ve kuzen topluluğu, Kültür Başkenti'nde buluşma kararı almışlar. Başta mırın kırın etsem de, kardeşlerimi özlemiş olmanın üzerimde
oluşturduğu psikolojik baskı(!) hasebiyle bu davete icabet etmek lazım geldi.

İyi de oldu...

Aile fertlerimle uzun zamandır bu kadar eğlenmediğim.

Bu seyahat sonrasında akılda kalanlarsa:



Ali Sami Yen ile ilk ve muhtemelen de son buluşma;



Hagi'yi dünya gözüyle bir kez daha görebilme;




90 dk boyunca yapılan tezahürat sonrası kısılan sesle (bkz: travestivari ses) karaoke barda söylenmeye çalışılıp adeta katledilen güzelim 'Ele güne karşı' şarkısı;


bol çikolata;


Kahve Dünyası'nda 30 dk.lık bekleyişin ardından gelen çakma sufle fiyaskosu;

Taksim'deki intihar saldırısı;

yeşiller içinde, Boğaz manzarası eşiliğinde yapılan sabah kahvaltısı;

ve inanılmaz ama SIFIR ALIŞ-VERİŞ....



Bir dahaki İstanbul seferim sanırım bir hayli hoş bir amaç için gerçekleşecek. O zamana kadar Fatsa dışına çıkmak yok artık ;)

schule Pazar, Ekim 10, 2010



Filmlerdeki rüya sahneleri oldukça sıradan gelir bana. Gerçek hayattan bir farkı yoktur çektikleri sahnelerin. Oysa ki rüyalarımız ne acayiptir. Anlatırken bile zorlanırız:
"Ya seni gördüm rüyamda, ama aslında o sen değilmişsin."
"Bi odaya giriyorum rüyamda, ama oda gibi değil. Bööööyle kocamaaaaan, nasıl desem, hımmm,
kale gibi bi yermiş!"
"Elimde balonlarla birden havalanmaya başlıyorum, pencereden uçup gidiyorum. Havada balıklarla beraber bir müddet yol alıyoruz ."

Bazen, "Öyle rüyalar görüyorum ki, bir senariste versem, şerefsizim 135 bölümlük dizi olur abi..!" şeklinde cümleleri de duyabiliyoruz.

Neyse ki Christopher Nolan sesimi duymuş, rüya gibi bir film yapmış. Inception...

Kuzenimin sabahki tavsiyesi üzerine, arkadaşımla atlayıp gittik sinemaya. Afişe dikkat bile etmemişim bileti alırken. Bir tek Leonardo Di Caprio'nun oynadığını biliyordum o kadar.
5. dakikada Son Samuray'ın Katsumoto'su Ken Watanabe' yi gördüğüm andaki heyecan, 15 dakika sonra Michael Caine'i görmemle tavan yaptı (Gerçi iki buçuk saat boyunca toplam 5 dakika göründü, o da küçük çapta bir hayal kırıklığı yaşatmadı değil ).




Yazının başından da anlaşılacağı üzere, film rüyalar üzerine kurulu. İnsanların rüyalarına kontrollü bir şekilde girip, onların bilinç altlarında saklı birtakım bilgileri çalan hırsızların, bu kez çalmak için değil, fikir yerleştirmek için verdikleri mücadeleyi konu ediyor.


İlk birkaç dakika anlamakta güçlük çektiğimi itiraf edeyim. Daha sonra kafanızda bir şeyleri oturtmaya başlıyorsunuz. Zaman zaman bilinçaltı, rüya, labirentler vs. konularıyla ilgili replikleri dinlerken "Offf... Ne demek istedi şimdi bu? Başa alsana makinist abi şu sahneyi!" diye içinizden geçirseniz de olayların akışını takip edebiliyorsunuz.

Öyle rüyalar tasarlamışlar ki rüyada bile göremezsin. Her şey bir yana, görsel efektler şahane.

Filmde The Prestige tadı var. O da bir Christopher Nolan yapımı ve benim de en favori filmlerim arasında ilk sırada. Inception da listemde üst sıralardaki yerini aldı. Öyle ki tekrar izlemeyi bile düşünür oldum. Size de kaçırmayın derim.

Az önce IMDB 'de filmin sayfasına girip baktım ki ne göreyim! Bizim Türkler oraya da el atmışlar. Helal olsun :)

schule Salı, Eylül 28, 2010

Çok çabuk sıkılıyorum.
Şaşıp kalıyorum bazen ruh halimin beni düşürdüğü duruma.
Bir günüm diğerini tutmuyor.
Dün hevesle aldığım kitabın kapağını, bugün açmak dahi istemiyorum mesela. Kitaplıkta başka rafa kayıyor elim.
Büyük bir iştahla yaptığım kekin tadına bakamıyorum çoğu zaman.
Arşiv bile oluşturmaya başlıyorum, bir önceki haftada film izleme rekorumu kırmış olmanın aşkıyla. Gel gör ki kısa süre sonra kardeşlerimin "Abla n'ooolur bu akşam bi film takalım, mısır da patlatırız, hadi hadi!" şeklindeki yalvarışlarına bile kayıtsız kalabiliyorum.
Daha geçen gün ud kursuna kayıt olmaya karar verip bir müddet udumla haşır neşir oldum. Tıngır mıngır çaldım durdum birkaç gün. O heves de kısa sürdü. En iyisi gitar kursuna gitmek ! :S

Gelip geçici bir heves mi şimdiden kestiremiyorum ama bu ara şiire merak saldım.
(İşte konuyu getirmek istediğim yere de geldik. )
İlk kez on sene önce duyduğum, bugün tesadüfen bir yerde okuduğum ve tekrar etkilendiğim bir Ataol Behramoğlu şiirini paylaşmak için başladım yazıya.

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana



Ve bir soru : Bir eylemi ya da varlığı alışkanlık haline getirmek veya ona körü körüne bağlanmak, sıkılıp başka sulara yelken açmaktan evla mıdır?


schule Salı, Eylül 14, 2010

Bazen öyle bir an gelir ki, dünya dursun istersin.

Dünya dönmesin, zaman akmasın...
Sadece sen nefes al, her şey öylece kalsın.
Kimse, ama kimse çıtını çıkarmasın. Sükunet sarıp sarmalasın evreni.
Hatta mümkünse biraz geriye de dönülsün.
Bir de bakmışsın, midene ve kalbine yerleşen yumruk küçülmüş, küçülmüş, yok olmuş.
Oh be! Rahatsın artık, huzurlusun.
Hissizleşmişsin.
Boşluktasın. Kocaman bir boşlukta...





schule Çarşamba, Ağustos 18, 2010



Evet-Hayır deyince akla hemen yıllar önce TRTdeki yarışma geliyor. Erkan Yolaç hoplaya zıplaya sahnedeki yerini alır, bir yarışmacı çağırırdı. Mehter marşıyla gelen yarışmacıya, "Kafanızı emme basma tulumba gibi aşağı yukarı sallamayacaksınız ve o iki kelimeyi (evet/hayır) söylemeyeceksiniz" uyarısında bulunur ve yarışmayı başlatırdı. O, hızlıca sorularını sorup yarışmacıyı şaşırtmaya çalışırken nedense biz de gerim gerim gerilirdik. Nihayetinde talihsiz genç o yasaklı iki kelimeden birini söyler ve İzmir Marşı eşliğinde ortamı terk ederdi.

Yarışmada yasaktı evet ya da hayır kullanmak ama şu günlerde, bu iki kelimeden başka söz edilmiyor. Herkes 12 Eylül'deki referanduma odaklandı. Halk üçe bölündü: Evetçiler, hayırcılar, kararsızlar...

Verdiği kararı hararetle savunup başkalarını da iknaya çabalayanlar mı ararsın,
"Tabii ki hayır!" dediği günün akşamında konuştuğu birinden etkilenip, ertesi gün "Aslında 'evet' demek lazım" ( ya da tam tersi) diye karar değiştirenler mi,
ya da bütün bu tartışmaların arasında iki tarafı da şaşkın şaşkın dinleyip, allak bullak olmuş kafalarıyla artık kesin bir karar vermek isteyenler mi...

İftar sofralarının tatlıdan sonraki vazgeçilmezi haline geldi referandum sohbetleri.

Siyasiler de insanları kendi tarafına çekmek için meydanlarda boy gösteriyorlar bol bol.
AKP 'evet', CHP ve MHP 'hayır' için bastırıyor.

AKP'nin '40 soruda 40 cevap ' kitapçığına karşı CHP de boş durmayıp 'Neden hayır, neye hayır' kitapçığıyla misilleme yapıyor.
MHP bir website kuruyor. Fonda da Barış Manço : Hayır hayır yüz bin kere hayır...
Yeni şarkılar besteleniyor.

Miting meydanlarında ilginç ve muzip afişler göze çarpıyor:
'Hayır'da hayır vardır.
Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı var. (Oy pusulasında 'evet' in beyaz, 'hayır' ın kahve renkte olmasına gönderme.)

Siyasilerin ciddi slogan ve kampanyalarını geyiğe dökmeyen de yok değil.

Kılıçdaroğlu'nun Malatya mitingindeki "Bu anayasa değişikliği kayısı üreticisinin sorununu çözüyor mu? O zaman hayıııır!” cümlesinin devamında 'hayır' için çokça geçerli mazeret üretildi :)

- Bu anayasa paketi değişikiği, Galatasaray'daki sakatlanmaların önüne geçebilecek mi? Geçemeyecek. O zaman HAYIR!
- Bu anayasa paketi ile Starbucks'larda ince belli bardakta çay içebilecek miyiz? Hayır. O zaman hayır!
-Bu anayasa paketi ile yurdumda tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönecek mi? Dönmeli. O zaman hayır!
-Bu anayasa paketiyle Ordu'nun dereleri yukarı akacak mı? Akmayacak! O zaman HAYIR!
-Bu anayasa paketi değişikliğinden sonra Zeki Müren de bizi görebilecek mi? Göremeyecek. O zaman hayır!
-Bir kulunu çok sevdim o beni hiç sevmiyor. Anayasa paketi bu sorunu çözmüyor. O zaman hayır!
-Bu anayasa paketi şimdi bana kaybolan yıllarımı geri verecek mi? vermeyecek. o zaman hayır!
-Yumurtanın fırçalanmayan tarafı da, fırçalanan tarafı kadar beyaz olacak mı? olmayacak. O zaman hayır!
-Pazartesi diyete başlamak mümkün olacak mı bugün? o gelmeyen gün hiç gelmeyecekse hayır!
-Yeni anayasa eşek sudan gelinceye kadar dayak yerken eşeğin gelişini hızlandıracak mı? Hızlandırmayacak. O zaman hayır!
-Odam kireç tutmuyor. Yeni anayasa paketi ile tutabilecek mi? Tutmayacak. O zaman hayır!

- Bu anayasa paketi değişikliği Fenerbahçe 'ye Türkiye Kupasını alamayacaksa hayır!



Velhasılı kelam evet-hayır tartışmalarıyla dolu 1 ayımız daha kaldı.
12 Eylül günü Mehter Marşıyla gittiğimiz sandık başında EVET ya da HAYIR ı seçip, İzmir Marşıyla da eve döneceğiz.


schule Cuma, Temmuz 23, 2010


En ön sıradan izliyorum Sezen’i, yanımda da arkadaşım. Şarkısı bitince birden sahneye çağırıyor beni, uzatıyor mikrofonu. “Mehtaplı gecelerde hep seni andım” diye başlıyoruz. “Aaaah aaahhh, boş yereee yaaanndııım…”
Sonra sarılıp doğum günümü kutluyor. O anda, binlerce kişinin alkışıyla yıkılıyor Harbiye.

Alkış sesiyle uyanıyorum.
Uçaktayım. Başarılı bir inişin ardından yolcular pilotu kutluyorlar (güya) alkışlayarak.
Off geldik..!
Oysa daha birkaç saat önce İstanbul’da, pırıl pırıl bir havada öğle yemeği yiyordum. Haliç manzarasına karşı kahve höpürdetiyordum ondan da önce...

Yok yok…Bu kez daha bir dokunaklı oldu İstanbul’la vedalaşma sahnemiz. Garip bir şekilde, daha bir bağlandım sanki.

THY servisine binip, gerekli mercilere uçaktan sağ salim indiğimi haber ettikten sonra Fatsa’ya doğru yola çıktık. Arkama yaslanıp İstanbul günlerimi hayalimde tekrar yaşamaya başladım. Fakat o da nesi! Daha ilk dakikada, arkamdaki bebeğin dayanılmaz ağlamasıyla irkildim.

Hayır ..! Şimdi olmaz..!

Şu huzurlu ortamı bir bebeğin bozmasına müsaade edemezdim. Hemen kulaklıkları takıp radyoyu açtım. Gözlerimi kapatıp İstanbul’a geri döndüm.
İlk şarkı Tarkan’dan Sevdanın Son Vuruşu. Güzel başlangıç… İstanbul’da ilk gün gibi. İstiklal, Florya, dondurma…


Teoman’ın sesi : “Akşama doğru azalırsa yağmur, Kız Kulesi ve Adalar…”


Onunla beraber
ben de gidiyorum Kız Kulesi’ne. Ağır aksak çıkıyorum merdivenleri, o sıcakta iyi geliyor püfür püfür Boğaz esintisi eşliğinde İstanbul manzarası.








Radyocular bugün kıyak geçiyor bana galiba.

Sezen şakıyor şimdi. Onun söylediği gibi yandan çarklı değil artık ada vapurları. Daha hızlı ulaşım açısından seçtiğimiz, İDO denen feribotu kullandık Büyük Ada seferimiz için. Simitçi, kahveci, gazozcunun yolcular arasında dolandığı, ya da rüzgardan kiminin saçının, kiminin eteğinin uçuştuğu nostaljik bir tabloyla karşılaşamıyorsun bu araçlarda. E yok öyle hem cam kenarı, hem şoför arkası, hem ucuz…


Kınalı Ada’nın dillere destan plajı(!!) nda deniz sefası, Özlem'in Kaşık Ada'sı, Büyük Ada’da tarihi Rum köşkleri arasında atraksiyonlu bisiklet turu geliyor gözümün önüne.

Ve bir de ağızlarının tadını gayet iyi bilen martılar…
Benim bildiğim: martı dediğin, havaya attığın simidi denize inmeden kapıp mideye indirir. Yani filmlerde falan öyle görürdüm. Bu sahneyi canlı yaşamak isteyip masadaki simit parçasını savurdum gökyüzüne, simit olduğu gibi denize düştü. “Buranın martıları antrenmansız galiba, havada tutamıyorlar” diye söylendik. Birkaç denemeden sonra, denizde yüzen simit ve ekmek parçalarını da yemediklerini gördük. Meğer tenezzül etmiyorlarmış haspalarım. Tabaklarımızda arta kalan salam, peynir ve hatta tereyağı parçalarını denize atan garson sayesinde öğrendik bunu. Hepsini afiyetle yediler bizim şaşkın bakışlarımız arasında.

Ezginin Günlüğü çıktı bir başka frekansta. Onlar “Geçmem bir daha Kadıköy’den” diyorlar ama ben yine geçerim. Hatta Bağdat Cad. İskele Sok. Erdoğan Apt. No:9/2 a da giderim yine. Ve saat kaç olursa olsun çiğ köfte - lahmacun yerim yine, bunların yağ tabakası olarak vücuduma postu sereceğini bile bile.

Fatsa’ya geldik sonunda. Tabii hayallerimin de sonuna.
Ama damağımda hala Boğaz’a karşı yediğim balığın tadı…

Son bir şarkı için vaktim var henüz. “kanal ara” tuşuna dokunuyorum. Emel Müftüoğlu :

Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım
Püfür püfür bir vapurun yan tarafında
Şu anda İstanbul’da olmak vardı anasını satayım
Yeni cami de mısır atmak kuşlara
Köprüde balık ekmek yemek
Dolmuşa hadi gidelim demek
Ver elini Yenikapı ver elini Bebek,Tarabya
Şu anda oralarda olmak vardı ya
Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım
Boğazda köhne bir iskelenin yamacında
Tabakta kavun peynir
Kadehte buz gibi rakı
Dilimde yarı acı yarı tatlı bir şarkı

Şu anda İstanbul'da...


schule Pazartesi, Temmuz 12, 2010

Derse sığdıramadığım soruları çöz, defter imzala, gençlerin sorularına bak vs. derken, 10 dakikalık ders aralarının yarısı gidiyor. Bu yüzdendir ki Hidayet Hanım'ın büyük emeklerle hazırladığı Rehberlik Panosuna şöyle bir bakıp geçiyordum çoğu zaman. Tabii artık ders dönemi bitti. Geçtiğimiz hafta da sorumluluk sınavları için okuldaydık. Hazır fırsatını bulmuşken iyice bir inceledim panoları. Orada dikkatimi çeken bir yazıyı paylaşmak istedim.


Bir profesör , seminer için gittiği salona girer, cebinden 50 dolarlık bir banknot çıkarır ve dinleyicilere sorar : "Bu parayı kim ister?"
Bütün eller havaya kalkar.
"Bu parayı içinizden birine vereceğim, fakat öncelikle bazı şeyler yapacağım" der profesör ve banknotu elinde buruşturur.
"Hala istiyor musunuz parayı?"
Havadaki ellerden tek bir fire dahi verilmez.
Profesör bu kez banknotu yere atar, üzerine asıp ezer, iyice pisletir. Para şimdi daha pis ve buruşuktur fakat kimse ondan vazgeçmez.

Profesör şöyle der:
"Arkadaşlarım , burada paraya ne yaptıysam hiç önemli değil onu yine de istiyorsunuz, çünkü benim ona yaptığım şeyler onun değerini düşürmedi, o hala 50 dolar. Hayatımızda çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanır, canımız acıtılır, yerden yere vuruluruz, kendimizi kötü hissederiz, fakat ne olduğu veya ne olacağı önemli değil, hiç bir zaman değerimizi kaybetmeyiz, temiz ya da pis, hırpalanmış ya da kırılmış, bunların hiçbiri önemli değildir. Seni sevenler senin ne kadar değerli olduğunu her zaman bileceklerdir".

Eee, doğru söze ne denir..!

Aklıma takılmadı değil :En sonunda parayı birine verdi mi acaba ? :P


schule Cumartesi, Haziran 26, 2010




2009-2010 Korgan Anadolu İmam Hatip Lisesi mezunları, canım öğrencilerim...

Yolunuz açık olsun...



schule Salı, Haziran 15, 2010


Erozyon ile mücadele için TEMA Vakfının tanıtım filmleri olurdu eskiden. Hani sonunda kurumuş bir ağaç görüntüsü eşliğinde, karizmatik sesli bir adam, oldukça dokunaklı bir ifadeyle "Türkiye çöl olmasın!" derdi.

İlkokulda falandım herhalde o zamanlar. Yeşilin her tonunu pastel boya kutusundan önce, kafamı çevirdiğim her yerde gören bir Karadenizli olarak, sapsarı bir çölün ortasında yaşayacak olma fikri beni oldukça ürkütürdü.

Hani şu "Geleceğe Dönüş" serisinde 2000li yılları gösterirdi ; uçan arabalar, yemek yerine geçen haplar falan... "Hakikaten böyle mi olacak 2005 yılı???" diye geçirirdik içimizden. Şimdi bol bol geyiği döner: "2010 a geldik, daha uçan araba görmedik." diye.
Büyüdükçe, aynen o filmde gösterilen ütopik şeyler gibi gelmeye başladı Türkiye'nin çöl olması düşüncesi.

Ama şimdi daha kötüsünün bizi beklediği apaçık ortada.

Canlılar ölüyor, buzullar eriyor, yanardağlar coştu bu ara, güneş de bulut da dengesizleşti. Kısaca, Dünya yok oluyor.

Bu büyük felaketle Superman gibi başa çıkamayız belki ama, bazı küçük alışkanlıklarımızdan vazgeçerek bile ufacık katkımız olabilir.

Şimdi burada ne yapmamız gerektiğini sıralamayacağım tabii. Az çok hepimiz biliyoruz, duyuyoruz.

Benimki sadece hatırlatma.

Yukarıdaki videoyu seyrettikten sonra belki o canlılar için küçücük birşey yapmak istersiniz.


schule Perşembe, Haziran 03, 2010


Lise dönemimin önemli etkinliklerinden biri olan uçurtma şenliğini,Korgan'da da düzenlemeye karar verdim yaklaşık 3 ay önce. Bu fikri sunduğumda, birkaç meslektaşım dışında kimse heyecanlanmadı. Ama büyük gün yaklaştıkça her bir yandan, uçurtma
çıtalarının nasıl olması gerektiğini anlatan ya da kağıt bulamama telaşına düşen birilerinin sesini duymaya başladım. İstenen etkiyi yaratmıştım.

Ben de başladım tabii uçurtma yapımına.

16 Mayıs'ta olması gereken etkinliği, meteorolojinin yanlış tahmini üzerine 5 Haziran'a aldık.

Fakat bu kez de SBS'nin aynı tarihte yapılacak olmasıyla, 2 Haziran'da karar kıldık. Ve gelin görün ki 1 Haziran gecesini gök gürültüsü ve sağanak yağmur eşliğinde geçirdik. Bendeki de şans..!


Sabah puslu bir güne uyanmamıza rağmen ertelemedik. Güneşten, sadece bir kısmı yanmış kollarımın acısını hissettikçe, bu fikrin ne kadar da doğru olduğunu düşünüyorum :S

Uçurtmalar kondu bagajlara, minibüsler öğrencilerle doldu taştı. Ver elini Perşembe Yaylası.


Şenlik alanına varır varmaz, 2 gün üzerinde çalıştığım uçurtmamı çıkarıp saldım gökyüzüne. Herkesin imrenen gözleri arasında neredeyse 300 metreye ulaştı. E tabii o kadar kişinin nazarına nasıl dayansın canım uçurtmam. Rüzgara dayanamadı ipi, koptu ve uzak bir tepeye çakıldı. Elimdeki çayı fırlatıp koştum onu kurtarmaya. Sağ olsun öğrencilerim benden önce davranıp kurtardılar el emeği göz nurumu :)




Yemekler yendi, oyun havaları çalındı, kurtlar döküldü bir güzel. Protokol de geldikten sonra
yarışmalara start verildi. Hebele hübele, bir koşuşturmacadan sonra yarışmalar da bitti. Ama ben de bittim.


En son baktığımda gökyüzüne, rüzgardan parçalanıp saf dışı kalmış uçurtmalardan sonra 2 uçurtma sapasağlam göğüs geriyordu rüzgara.


Çevre temizliğinden sonra birkaç arkadaşımla gölete kaçtık. Deniz bisikletine binip sakin suda stres attık, dinlendik şarkılar ve şiirler eşliğinde.




Geri dönüş yolunda meşhur Yalman Tepesi'ne de bir uğradık.
Muhteşem bir manzara. Hakikaten
görülmeye değer.






Acısıyla, tatlısıyla bir şenliği de geride bıraktık. Yorgunluğuma da değdi. Geriye dönüp baktığımda güzel bir anı olarak kalacak .


Ne uçurtmayla, ne de şenlikle alakası olan bir şiirle noktalamak istiyorum yazımı. Aziz Nesin'in bu şiirini gölette Selen'in kısık :) sesinden dinledik. Çok hoşuma gitti, paylaşmak istedim...

BAĞIŞLA

Ya zamanından çok erken gelirim..
Dünya'ya geldiğim gibi,
Ya zamanından çok geç,
Seni bu yaşta sevdiğim gibi....

Mutluluğa hep geç kalırım.
Hep erken giderim mutsuzluğa..
Ya herşey bitmiştir çoktan,
Ya hiçbirşey başlamamış...

Öyle bir zamanında geldim ki yaşamın,
Ölüme erken,sevgiye geç..
Yine gecikmişim bağışla sevgilim..
Sevgiye on kala,ölüme beş......