schule Çarşamba, Mayıs 26, 2010

Yakın bir zamana kadar, kendi kendime "Ne kadar nankörsün Şule!!" demekten, bu sıfatının üzerime yapışacağı konusunda derin bir endişe taşımaya başlamıştım. Allah'tan bu sadece ben ve iç sesim arasında bir mesele olmaktan öteye geçmedi. Gerçi, bundan sonraki birkaç satırla artık halka arz olacak.


Kasım 2008... Artık bir işim var. Memlekete gelmişim. Ailemin yanındayım. İşten gelince yemeğim hazır, kira yok, dert yok, tasa yok. Kısacası hayat bana hayat.

"Nasıl daha faydalı olurum?" un hesaplarını yapmaktan, birkaç aylık alışma döneminin nasıl geçtiğini anlamadım bile. E yeni bir hayatın heyecanı da var tabii. Ertesi gün anlatacaklarımı hazırlarken ne büyük bir iştah duyuyorum anlatamam.

Derken, günler haftaları, haftalar ayları kovaladı bu tempoyla. Sonra bir durup soluklandım. Dönüp baktım arkama. Okulla ev arasına sığdırdığım 38 km lik yol, günlük plan ve yazılı kağıtları dışında elde var sıfır. Hep böyle mi olacak?

Ondan sonra "keşke" evresi başladı:
Oysa ne hayallerim vardı. Bir şirket binasının en üst katındaki dar, uzun koridorda, kendimden gayet emin ve ciddi bir tavırla yürürken, topuklu ayakkabımdan çıkan ses yankılanıyor. Tak... tak... Siyah kemik çerçeveli gözlük de cabası.
Hımm... Reklam ajansı gibi birşey de fena olmazdı. Her an değişik fikirler üretmek eğlenceli olsa gerek.
Ya da mimarlık mı okusaydım ...?

Offf... Hayatım ne kadar da monoton..!

Bunları düşünürken, bir yandan da kızıyordum kendime : "Nankörlük etme, yerinde olmak isteyen bir sürü kişi var."

Ama sakalımız yok ki dinletelim.

Neyse ki, bu sıkıntılarımı paylaştığım bir arkadaşım, kabustan uyanmama yardımcı oldu. Gerçi onun da sakalı yok ama, dinledim işte :)

O andan sonra daha pozitif bakmaya çalıştım hayata. Belki yine aynı şeyleri yaşıyorum, farklı bir etkinlik yaptığım yok. Ama herşeyden keyif almaya çalışıyorum. Ve başarıyorum da sanırım. Karamelli bir kahvenin yanında bir dilim havuçlu kek yerken, pijamalarımı giyerken, arabada şarkı söylerken veya yeni çıkan şarkılardan birini dinlerken, Ezel'i izlerken, ya da ne bileyim işte 'Gabarinizi kontrol edin' tabelasını gördüğümde bile (çok abarttım sanırım) aklıma güzel şeyler geliyor, ya da getiriyorum.
Ve daha mutlu uyanıyorum güne. Her ne kadar minibüs yolculuklarım bu mutluluğuma gölge düşürmeye çalışsalar da yıkılmıyorum:)

Akşam eve geldiğimde, balkonda oturup bol telveli bir kahvenin zevkini çıkarmayı da ihmal etmiyorum.

Oh be..! Dünya varmış...


schule Perşembe, Mayıs 13, 2010

Dondurucu günler geride kaldı nihayet. Yaşasın Mayıs..!

'Şu güzelim günleri nasıl iyi değerlendiririm' in telaşına düşmüş vaziyetteyim. Şimdilik uçurtma uçurmakla ve çiçek sulamakla geçiriyorum okul sonrası vakitlerini. Balkon sefasına da başladık artık.

Bugün de hava şahaneydi. Boş dersleri dışarıda geçirmek lazım gelirdi haliyle. Bulduğum arada bahçeye koştum, ama topuklu ayakkabı seçimim yüzünden voleybol oynayan meslektaşlarımı sadece izlemekle yetindim. İçime dert olmuştu. Evde bunun acısını çıkarmalıydım. Ama hayır. Sadece kendimi kandırıyordum. Ne yapacaktım ki tek başıma. Çocukluğumda oynadığım duvarda top sektirme gibi sıkıcı bir eyleme girişebilirdim ancak.

Eve yaklaşırken nihai kararımı 'Oğlusu ile yürüyüşe çıkma' olarak belirledim.
Arabadan indim. Bir de ne göreyim! Kuzenim Mustafa...
İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş.

Yemekti, muhabbetti derken, Musti'den bir teklif geldi : "Hadi Şule Abla, motorla bi tur atalım."

Âlâ .. :)

Hemen kaskı geçirdim kafama, sineklerden korunmak için gözlüğümü de taktım. Geçti Musti direksiyonun başına, ben de arkada yerimi aldım. Vurduk kendimizi yollara. Öyle bir tepeye çıktık ki, bugüne değin gördüğüm en güzel manzarayla karşılaştım. Fotoğraf makinemi yanıma almadığım için de bir o kadar pişmandım.

Orası yetmedi bize, başka yerler keşfetmek lazımdı. Bir de karşıki tepeye çıktık. Gözümüz gönlümüz açıldı.

Güneş batmaya yüz tutarken dönüş yoluna düştük biz de. Bu kez yer değiştirdik. Direksiyona ben geçtim. Düz yolda iyi gidiyorum fakat, virajda yavaşlama problemim var sanırım :) Fazla yavaşlıyorum.

Yine böyle bir virajda...

Yüzüm zeminle paralel ilerliyor.
Kaskımı 2 metre ötede görebiliyorum.
Elim acıyor.
Mustafa panikle şu sözleri tekrarlıyor : "Şule Abla, Şule Abla, bişeyin var mı !"
Ayağım motorun altında.

Neyse ki hafif yaralar dışında önemli birşey olmadan atlattık. Ama gülmekten de kendimizi alamadık eve gidene kadar. Ve tabii ki kimseye bu konudan bahsetmemeye karar kıldık. Yoksa daha hayatta izin vermezler.

Evde bir hasar tespiti yaptık vücudumuzda. Arada bir de birbirimize bakıp kıkır kıkır güldük.

Bu düşüşün bile 'süper' bir deneyim olduğu konusunda hemfikirdik :)

Ama ben, 'sabah köprüye motorla inme' fikrini bir müddet askıya aldım.


(Bu yazıyı okuyan kardeşlerim ya da kuzenlerime sesleniyorum: Aramızda kalsın ;) )