schule Perşembe, Aralık 09, 2010


8-9 yıl öncesinde olsaydık, bugün ben seni yemekhanede oyalarken Nur, Hünkar, Sibel, Sefa, Ufuk, Vural, Yusuf, Recep,İnan, ...(kısacası Fen-C ve Fen- B karması niteliğindeki grup), ellerinde Orkide'den özenle seçilmiş koca bir yaş pastayla çıkagelirlerdi. Tam 1 haftalık düşünme süresinin ardından alınmış hediye de cabası.

"Ayy inanmıyorum, nasıl sürpriz oldu anlatamam!" cümlesini kurardın ama aslında bal gibi de bilirdin bu merasimin olacağını. E tabii geleneksel hale gelmişti bu tip doğum günü kutlamaları :)

Ama yaşlandık artık. Dün gibi geliyor o günler fakat başta da dedim ya;8-9 yıl önce...

Bugün sürpriz yapamadık sana ama, yine yanındayız canım arkadaşım.

İyi ki doğmuşsun...

schule Perşembe, Kasım 25, 2010

Bir ağacın hikayesini anlatmak isterim size. Ama ağaç deyip de geçmemek gerek. Siz deyin çınar ağacı yıllara şahit olmuş, ben diyeyim renk cümbüşü, desen desen çocukların kalbi...

Öyle bir ağaç ki bu; her bir yaprağı ayrı bir bahar getirmiş içimize. Tohumken fidan, fidanken umut olmuş. Hiçbir balta kesememiş,yıkılmamış. İlimle irfanla sulamışlar. Kökleri, kalbimizi saran, koruyan muhafızmış. Mutlu sonlar yaratmış, bizi mutlu yapmış. Ve en önemlisi de çevresi de fidanlardan koca bir orman olmuş.

Sadece bahar değilmiş içimize getirdiği... Belki de bir kış günü, ama soğuk değil. Beyaz ve masumca. Soğukta içilen, dumanı üstünde bir bardak çay gibiymiş. Fakirlerin evine yılda bir giren et gibi. Bu kadar anlamlı, bu kadar hayat doluymuş. Sel oldu mu toprağı korumuş, tutmuş, bırakmamış. Sevgisini güneşten alıp, doğruca fidanlarına yansıtmış. Yeis kalmamış akıllarda. Cahilliğin üzerine set çekmiş kitaplardan. Gülen yüzlerle sevinçleri, ağlayan gözlerle de hüznü tatmış. Kurumuş, dallarında hal kalmamış, ama onun gibi bir sürü ağaç yetiştirmiş. Dünyaya oksijen verip "Oh be!" dedirtmiş. Ne güzel bir dünya öyle değil mi? Aslında bu hikaye gerçek. Sanmayın ki onlar bizden çok uzakta. Mesafelere çizik atmak bize düşmüyor mu?

O ağacın gerçekteki hali öğretmenlerdir. Şu satırları dahi onlarsız yaşamak mümkün mü? Yaşamayı, yaşatmayı, sevmeyi, sevdirmeyi, yeşermeyi, yeşertmeyi, olmayı, olgunlaştırmayı, kısacası fidan büyütmeyi bilen öğretmenler... En önemlisi de bu hikaye mutlu sonla bitmiş. Umarım ki bizim mutlu hikayemiz hiç bitmez.

Zeynep EĞMEN
Korgan AİHL 11-A

Yeminimi de ettim. Bugün itibariyle gerçek öğretmen (!) olmuşum.
Günümüz kutlu olsun bakalım.

schule Salı, Kasım 02, 2010

Topu topu 4 yazı yazmışım son İstanbul yolculuğum üzerine. Gerçi bu biraz da yazı kısırlığından kaynaklanıyor. Zira 23 Temmuz muş tarihi.


'Arkadaşlar' teması üzerine kurulu önceki İstanbul gezintilerinin konsepti farklıydı bu kez. 29 Ekim tatilini fırsat bilen kardeş ve kuzen topluluğu, Kültür Başkenti'nde buluşma kararı almışlar. Başta mırın kırın etsem de, kardeşlerimi özlemiş olmanın üzerimde
oluşturduğu psikolojik baskı(!) hasebiyle bu davete icabet etmek lazım geldi.

İyi de oldu...

Aile fertlerimle uzun zamandır bu kadar eğlenmediğim.

Bu seyahat sonrasında akılda kalanlarsa:



Ali Sami Yen ile ilk ve muhtemelen de son buluşma;



Hagi'yi dünya gözüyle bir kez daha görebilme;




90 dk boyunca yapılan tezahürat sonrası kısılan sesle (bkz: travestivari ses) karaoke barda söylenmeye çalışılıp adeta katledilen güzelim 'Ele güne karşı' şarkısı;


bol çikolata;


Kahve Dünyası'nda 30 dk.lık bekleyişin ardından gelen çakma sufle fiyaskosu;

Taksim'deki intihar saldırısı;

yeşiller içinde, Boğaz manzarası eşiliğinde yapılan sabah kahvaltısı;

ve inanılmaz ama SIFIR ALIŞ-VERİŞ....



Bir dahaki İstanbul seferim sanırım bir hayli hoş bir amaç için gerçekleşecek. O zamana kadar Fatsa dışına çıkmak yok artık ;)

schule Pazar, Ekim 10, 2010



Filmlerdeki rüya sahneleri oldukça sıradan gelir bana. Gerçek hayattan bir farkı yoktur çektikleri sahnelerin. Oysa ki rüyalarımız ne acayiptir. Anlatırken bile zorlanırız:
"Ya seni gördüm rüyamda, ama aslında o sen değilmişsin."
"Bi odaya giriyorum rüyamda, ama oda gibi değil. Bööööyle kocamaaaaan, nasıl desem, hımmm,
kale gibi bi yermiş!"
"Elimde balonlarla birden havalanmaya başlıyorum, pencereden uçup gidiyorum. Havada balıklarla beraber bir müddet yol alıyoruz ."

Bazen, "Öyle rüyalar görüyorum ki, bir senariste versem, şerefsizim 135 bölümlük dizi olur abi..!" şeklinde cümleleri de duyabiliyoruz.

Neyse ki Christopher Nolan sesimi duymuş, rüya gibi bir film yapmış. Inception...

Kuzenimin sabahki tavsiyesi üzerine, arkadaşımla atlayıp gittik sinemaya. Afişe dikkat bile etmemişim bileti alırken. Bir tek Leonardo Di Caprio'nun oynadığını biliyordum o kadar.
5. dakikada Son Samuray'ın Katsumoto'su Ken Watanabe' yi gördüğüm andaki heyecan, 15 dakika sonra Michael Caine'i görmemle tavan yaptı (Gerçi iki buçuk saat boyunca toplam 5 dakika göründü, o da küçük çapta bir hayal kırıklığı yaşatmadı değil ).




Yazının başından da anlaşılacağı üzere, film rüyalar üzerine kurulu. İnsanların rüyalarına kontrollü bir şekilde girip, onların bilinç altlarında saklı birtakım bilgileri çalan hırsızların, bu kez çalmak için değil, fikir yerleştirmek için verdikleri mücadeleyi konu ediyor.


İlk birkaç dakika anlamakta güçlük çektiğimi itiraf edeyim. Daha sonra kafanızda bir şeyleri oturtmaya başlıyorsunuz. Zaman zaman bilinçaltı, rüya, labirentler vs. konularıyla ilgili replikleri dinlerken "Offf... Ne demek istedi şimdi bu? Başa alsana makinist abi şu sahneyi!" diye içinizden geçirseniz de olayların akışını takip edebiliyorsunuz.

Öyle rüyalar tasarlamışlar ki rüyada bile göremezsin. Her şey bir yana, görsel efektler şahane.

Filmde The Prestige tadı var. O da bir Christopher Nolan yapımı ve benim de en favori filmlerim arasında ilk sırada. Inception da listemde üst sıralardaki yerini aldı. Öyle ki tekrar izlemeyi bile düşünür oldum. Size de kaçırmayın derim.

Az önce IMDB 'de filmin sayfasına girip baktım ki ne göreyim! Bizim Türkler oraya da el atmışlar. Helal olsun :)

schule Salı, Eylül 28, 2010

Çok çabuk sıkılıyorum.
Şaşıp kalıyorum bazen ruh halimin beni düşürdüğü duruma.
Bir günüm diğerini tutmuyor.
Dün hevesle aldığım kitabın kapağını, bugün açmak dahi istemiyorum mesela. Kitaplıkta başka rafa kayıyor elim.
Büyük bir iştahla yaptığım kekin tadına bakamıyorum çoğu zaman.
Arşiv bile oluşturmaya başlıyorum, bir önceki haftada film izleme rekorumu kırmış olmanın aşkıyla. Gel gör ki kısa süre sonra kardeşlerimin "Abla n'ooolur bu akşam bi film takalım, mısır da patlatırız, hadi hadi!" şeklindeki yalvarışlarına bile kayıtsız kalabiliyorum.
Daha geçen gün ud kursuna kayıt olmaya karar verip bir müddet udumla haşır neşir oldum. Tıngır mıngır çaldım durdum birkaç gün. O heves de kısa sürdü. En iyisi gitar kursuna gitmek ! :S

Gelip geçici bir heves mi şimdiden kestiremiyorum ama bu ara şiire merak saldım.
(İşte konuyu getirmek istediğim yere de geldik. )
İlk kez on sene önce duyduğum, bugün tesadüfen bir yerde okuduğum ve tekrar etkilendiğim bir Ataol Behramoğlu şiirini paylaşmak için başladım yazıya.

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana



Ve bir soru : Bir eylemi ya da varlığı alışkanlık haline getirmek veya ona körü körüne bağlanmak, sıkılıp başka sulara yelken açmaktan evla mıdır?


schule Salı, Eylül 14, 2010

Bazen öyle bir an gelir ki, dünya dursun istersin.

Dünya dönmesin, zaman akmasın...
Sadece sen nefes al, her şey öylece kalsın.
Kimse, ama kimse çıtını çıkarmasın. Sükunet sarıp sarmalasın evreni.
Hatta mümkünse biraz geriye de dönülsün.
Bir de bakmışsın, midene ve kalbine yerleşen yumruk küçülmüş, küçülmüş, yok olmuş.
Oh be! Rahatsın artık, huzurlusun.
Hissizleşmişsin.
Boşluktasın. Kocaman bir boşlukta...





schule Çarşamba, Ağustos 18, 2010



Evet-Hayır deyince akla hemen yıllar önce TRTdeki yarışma geliyor. Erkan Yolaç hoplaya zıplaya sahnedeki yerini alır, bir yarışmacı çağırırdı. Mehter marşıyla gelen yarışmacıya, "Kafanızı emme basma tulumba gibi aşağı yukarı sallamayacaksınız ve o iki kelimeyi (evet/hayır) söylemeyeceksiniz" uyarısında bulunur ve yarışmayı başlatırdı. O, hızlıca sorularını sorup yarışmacıyı şaşırtmaya çalışırken nedense biz de gerim gerim gerilirdik. Nihayetinde talihsiz genç o yasaklı iki kelimeden birini söyler ve İzmir Marşı eşliğinde ortamı terk ederdi.

Yarışmada yasaktı evet ya da hayır kullanmak ama şu günlerde, bu iki kelimeden başka söz edilmiyor. Herkes 12 Eylül'deki referanduma odaklandı. Halk üçe bölündü: Evetçiler, hayırcılar, kararsızlar...

Verdiği kararı hararetle savunup başkalarını da iknaya çabalayanlar mı ararsın,
"Tabii ki hayır!" dediği günün akşamında konuştuğu birinden etkilenip, ertesi gün "Aslında 'evet' demek lazım" ( ya da tam tersi) diye karar değiştirenler mi,
ya da bütün bu tartışmaların arasında iki tarafı da şaşkın şaşkın dinleyip, allak bullak olmuş kafalarıyla artık kesin bir karar vermek isteyenler mi...

İftar sofralarının tatlıdan sonraki vazgeçilmezi haline geldi referandum sohbetleri.

Siyasiler de insanları kendi tarafına çekmek için meydanlarda boy gösteriyorlar bol bol.
AKP 'evet', CHP ve MHP 'hayır' için bastırıyor.

AKP'nin '40 soruda 40 cevap ' kitapçığına karşı CHP de boş durmayıp 'Neden hayır, neye hayır' kitapçığıyla misilleme yapıyor.
MHP bir website kuruyor. Fonda da Barış Manço : Hayır hayır yüz bin kere hayır...
Yeni şarkılar besteleniyor.

Miting meydanlarında ilginç ve muzip afişler göze çarpıyor:
'Hayır'da hayır vardır.
Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı var. (Oy pusulasında 'evet' in beyaz, 'hayır' ın kahve renkte olmasına gönderme.)

Siyasilerin ciddi slogan ve kampanyalarını geyiğe dökmeyen de yok değil.

Kılıçdaroğlu'nun Malatya mitingindeki "Bu anayasa değişikliği kayısı üreticisinin sorununu çözüyor mu? O zaman hayıııır!” cümlesinin devamında 'hayır' için çokça geçerli mazeret üretildi :)

- Bu anayasa paketi değişikiği, Galatasaray'daki sakatlanmaların önüne geçebilecek mi? Geçemeyecek. O zaman HAYIR!
- Bu anayasa paketi ile Starbucks'larda ince belli bardakta çay içebilecek miyiz? Hayır. O zaman hayır!
-Bu anayasa paketi ile yurdumda tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönecek mi? Dönmeli. O zaman hayır!
-Bu anayasa paketiyle Ordu'nun dereleri yukarı akacak mı? Akmayacak! O zaman HAYIR!
-Bu anayasa paketi değişikliğinden sonra Zeki Müren de bizi görebilecek mi? Göremeyecek. O zaman hayır!
-Bir kulunu çok sevdim o beni hiç sevmiyor. Anayasa paketi bu sorunu çözmüyor. O zaman hayır!
-Bu anayasa paketi şimdi bana kaybolan yıllarımı geri verecek mi? vermeyecek. o zaman hayır!
-Yumurtanın fırçalanmayan tarafı da, fırçalanan tarafı kadar beyaz olacak mı? olmayacak. O zaman hayır!
-Pazartesi diyete başlamak mümkün olacak mı bugün? o gelmeyen gün hiç gelmeyecekse hayır!
-Yeni anayasa eşek sudan gelinceye kadar dayak yerken eşeğin gelişini hızlandıracak mı? Hızlandırmayacak. O zaman hayır!
-Odam kireç tutmuyor. Yeni anayasa paketi ile tutabilecek mi? Tutmayacak. O zaman hayır!

- Bu anayasa paketi değişikliği Fenerbahçe 'ye Türkiye Kupasını alamayacaksa hayır!



Velhasılı kelam evet-hayır tartışmalarıyla dolu 1 ayımız daha kaldı.
12 Eylül günü Mehter Marşıyla gittiğimiz sandık başında EVET ya da HAYIR ı seçip, İzmir Marşıyla da eve döneceğiz.


schule Cuma, Temmuz 23, 2010


En ön sıradan izliyorum Sezen’i, yanımda da arkadaşım. Şarkısı bitince birden sahneye çağırıyor beni, uzatıyor mikrofonu. “Mehtaplı gecelerde hep seni andım” diye başlıyoruz. “Aaaah aaahhh, boş yereee yaaanndııım…”
Sonra sarılıp doğum günümü kutluyor. O anda, binlerce kişinin alkışıyla yıkılıyor Harbiye.

Alkış sesiyle uyanıyorum.
Uçaktayım. Başarılı bir inişin ardından yolcular pilotu kutluyorlar (güya) alkışlayarak.
Off geldik..!
Oysa daha birkaç saat önce İstanbul’da, pırıl pırıl bir havada öğle yemeği yiyordum. Haliç manzarasına karşı kahve höpürdetiyordum ondan da önce...

Yok yok…Bu kez daha bir dokunaklı oldu İstanbul’la vedalaşma sahnemiz. Garip bir şekilde, daha bir bağlandım sanki.

THY servisine binip, gerekli mercilere uçaktan sağ salim indiğimi haber ettikten sonra Fatsa’ya doğru yola çıktık. Arkama yaslanıp İstanbul günlerimi hayalimde tekrar yaşamaya başladım. Fakat o da nesi! Daha ilk dakikada, arkamdaki bebeğin dayanılmaz ağlamasıyla irkildim.

Hayır ..! Şimdi olmaz..!

Şu huzurlu ortamı bir bebeğin bozmasına müsaade edemezdim. Hemen kulaklıkları takıp radyoyu açtım. Gözlerimi kapatıp İstanbul’a geri döndüm.
İlk şarkı Tarkan’dan Sevdanın Son Vuruşu. Güzel başlangıç… İstanbul’da ilk gün gibi. İstiklal, Florya, dondurma…


Teoman’ın sesi : “Akşama doğru azalırsa yağmur, Kız Kulesi ve Adalar…”


Onunla beraber
ben de gidiyorum Kız Kulesi’ne. Ağır aksak çıkıyorum merdivenleri, o sıcakta iyi geliyor püfür püfür Boğaz esintisi eşliğinde İstanbul manzarası.








Radyocular bugün kıyak geçiyor bana galiba.

Sezen şakıyor şimdi. Onun söylediği gibi yandan çarklı değil artık ada vapurları. Daha hızlı ulaşım açısından seçtiğimiz, İDO denen feribotu kullandık Büyük Ada seferimiz için. Simitçi, kahveci, gazozcunun yolcular arasında dolandığı, ya da rüzgardan kiminin saçının, kiminin eteğinin uçuştuğu nostaljik bir tabloyla karşılaşamıyorsun bu araçlarda. E yok öyle hem cam kenarı, hem şoför arkası, hem ucuz…


Kınalı Ada’nın dillere destan plajı(!!) nda deniz sefası, Özlem'in Kaşık Ada'sı, Büyük Ada’da tarihi Rum köşkleri arasında atraksiyonlu bisiklet turu geliyor gözümün önüne.

Ve bir de ağızlarının tadını gayet iyi bilen martılar…
Benim bildiğim: martı dediğin, havaya attığın simidi denize inmeden kapıp mideye indirir. Yani filmlerde falan öyle görürdüm. Bu sahneyi canlı yaşamak isteyip masadaki simit parçasını savurdum gökyüzüne, simit olduğu gibi denize düştü. “Buranın martıları antrenmansız galiba, havada tutamıyorlar” diye söylendik. Birkaç denemeden sonra, denizde yüzen simit ve ekmek parçalarını da yemediklerini gördük. Meğer tenezzül etmiyorlarmış haspalarım. Tabaklarımızda arta kalan salam, peynir ve hatta tereyağı parçalarını denize atan garson sayesinde öğrendik bunu. Hepsini afiyetle yediler bizim şaşkın bakışlarımız arasında.

Ezginin Günlüğü çıktı bir başka frekansta. Onlar “Geçmem bir daha Kadıköy’den” diyorlar ama ben yine geçerim. Hatta Bağdat Cad. İskele Sok. Erdoğan Apt. No:9/2 a da giderim yine. Ve saat kaç olursa olsun çiğ köfte - lahmacun yerim yine, bunların yağ tabakası olarak vücuduma postu sereceğini bile bile.

Fatsa’ya geldik sonunda. Tabii hayallerimin de sonuna.
Ama damağımda hala Boğaz’a karşı yediğim balığın tadı…

Son bir şarkı için vaktim var henüz. “kanal ara” tuşuna dokunuyorum. Emel Müftüoğlu :

Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım
Püfür püfür bir vapurun yan tarafında
Şu anda İstanbul’da olmak vardı anasını satayım
Yeni cami de mısır atmak kuşlara
Köprüde balık ekmek yemek
Dolmuşa hadi gidelim demek
Ver elini Yenikapı ver elini Bebek,Tarabya
Şu anda oralarda olmak vardı ya
Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım
Boğazda köhne bir iskelenin yamacında
Tabakta kavun peynir
Kadehte buz gibi rakı
Dilimde yarı acı yarı tatlı bir şarkı

Şu anda İstanbul'da...


schule Pazartesi, Temmuz 12, 2010

Derse sığdıramadığım soruları çöz, defter imzala, gençlerin sorularına bak vs. derken, 10 dakikalık ders aralarının yarısı gidiyor. Bu yüzdendir ki Hidayet Hanım'ın büyük emeklerle hazırladığı Rehberlik Panosuna şöyle bir bakıp geçiyordum çoğu zaman. Tabii artık ders dönemi bitti. Geçtiğimiz hafta da sorumluluk sınavları için okuldaydık. Hazır fırsatını bulmuşken iyice bir inceledim panoları. Orada dikkatimi çeken bir yazıyı paylaşmak istedim.


Bir profesör , seminer için gittiği salona girer, cebinden 50 dolarlık bir banknot çıkarır ve dinleyicilere sorar : "Bu parayı kim ister?"
Bütün eller havaya kalkar.
"Bu parayı içinizden birine vereceğim, fakat öncelikle bazı şeyler yapacağım" der profesör ve banknotu elinde buruşturur.
"Hala istiyor musunuz parayı?"
Havadaki ellerden tek bir fire dahi verilmez.
Profesör bu kez banknotu yere atar, üzerine asıp ezer, iyice pisletir. Para şimdi daha pis ve buruşuktur fakat kimse ondan vazgeçmez.

Profesör şöyle der:
"Arkadaşlarım , burada paraya ne yaptıysam hiç önemli değil onu yine de istiyorsunuz, çünkü benim ona yaptığım şeyler onun değerini düşürmedi, o hala 50 dolar. Hayatımızda çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanır, canımız acıtılır, yerden yere vuruluruz, kendimizi kötü hissederiz, fakat ne olduğu veya ne olacağı önemli değil, hiç bir zaman değerimizi kaybetmeyiz, temiz ya da pis, hırpalanmış ya da kırılmış, bunların hiçbiri önemli değildir. Seni sevenler senin ne kadar değerli olduğunu her zaman bileceklerdir".

Eee, doğru söze ne denir..!

Aklıma takılmadı değil :En sonunda parayı birine verdi mi acaba ? :P


schule Cumartesi, Haziran 26, 2010




2009-2010 Korgan Anadolu İmam Hatip Lisesi mezunları, canım öğrencilerim...

Yolunuz açık olsun...



schule Salı, Haziran 15, 2010


Erozyon ile mücadele için TEMA Vakfının tanıtım filmleri olurdu eskiden. Hani sonunda kurumuş bir ağaç görüntüsü eşliğinde, karizmatik sesli bir adam, oldukça dokunaklı bir ifadeyle "Türkiye çöl olmasın!" derdi.

İlkokulda falandım herhalde o zamanlar. Yeşilin her tonunu pastel boya kutusundan önce, kafamı çevirdiğim her yerde gören bir Karadenizli olarak, sapsarı bir çölün ortasında yaşayacak olma fikri beni oldukça ürkütürdü.

Hani şu "Geleceğe Dönüş" serisinde 2000li yılları gösterirdi ; uçan arabalar, yemek yerine geçen haplar falan... "Hakikaten böyle mi olacak 2005 yılı???" diye geçirirdik içimizden. Şimdi bol bol geyiği döner: "2010 a geldik, daha uçan araba görmedik." diye.
Büyüdükçe, aynen o filmde gösterilen ütopik şeyler gibi gelmeye başladı Türkiye'nin çöl olması düşüncesi.

Ama şimdi daha kötüsünün bizi beklediği apaçık ortada.

Canlılar ölüyor, buzullar eriyor, yanardağlar coştu bu ara, güneş de bulut da dengesizleşti. Kısaca, Dünya yok oluyor.

Bu büyük felaketle Superman gibi başa çıkamayız belki ama, bazı küçük alışkanlıklarımızdan vazgeçerek bile ufacık katkımız olabilir.

Şimdi burada ne yapmamız gerektiğini sıralamayacağım tabii. Az çok hepimiz biliyoruz, duyuyoruz.

Benimki sadece hatırlatma.

Yukarıdaki videoyu seyrettikten sonra belki o canlılar için küçücük birşey yapmak istersiniz.


schule Perşembe, Haziran 03, 2010


Lise dönemimin önemli etkinliklerinden biri olan uçurtma şenliğini,Korgan'da da düzenlemeye karar verdim yaklaşık 3 ay önce. Bu fikri sunduğumda, birkaç meslektaşım dışında kimse heyecanlanmadı. Ama büyük gün yaklaştıkça her bir yandan, uçurtma
çıtalarının nasıl olması gerektiğini anlatan ya da kağıt bulamama telaşına düşen birilerinin sesini duymaya başladım. İstenen etkiyi yaratmıştım.

Ben de başladım tabii uçurtma yapımına.

16 Mayıs'ta olması gereken etkinliği, meteorolojinin yanlış tahmini üzerine 5 Haziran'a aldık.

Fakat bu kez de SBS'nin aynı tarihte yapılacak olmasıyla, 2 Haziran'da karar kıldık. Ve gelin görün ki 1 Haziran gecesini gök gürültüsü ve sağanak yağmur eşliğinde geçirdik. Bendeki de şans..!


Sabah puslu bir güne uyanmamıza rağmen ertelemedik. Güneşten, sadece bir kısmı yanmış kollarımın acısını hissettikçe, bu fikrin ne kadar da doğru olduğunu düşünüyorum :S

Uçurtmalar kondu bagajlara, minibüsler öğrencilerle doldu taştı. Ver elini Perşembe Yaylası.


Şenlik alanına varır varmaz, 2 gün üzerinde çalıştığım uçurtmamı çıkarıp saldım gökyüzüne. Herkesin imrenen gözleri arasında neredeyse 300 metreye ulaştı. E tabii o kadar kişinin nazarına nasıl dayansın canım uçurtmam. Rüzgara dayanamadı ipi, koptu ve uzak bir tepeye çakıldı. Elimdeki çayı fırlatıp koştum onu kurtarmaya. Sağ olsun öğrencilerim benden önce davranıp kurtardılar el emeği göz nurumu :)




Yemekler yendi, oyun havaları çalındı, kurtlar döküldü bir güzel. Protokol de geldikten sonra
yarışmalara start verildi. Hebele hübele, bir koşuşturmacadan sonra yarışmalar da bitti. Ama ben de bittim.


En son baktığımda gökyüzüne, rüzgardan parçalanıp saf dışı kalmış uçurtmalardan sonra 2 uçurtma sapasağlam göğüs geriyordu rüzgara.


Çevre temizliğinden sonra birkaç arkadaşımla gölete kaçtık. Deniz bisikletine binip sakin suda stres attık, dinlendik şarkılar ve şiirler eşliğinde.




Geri dönüş yolunda meşhur Yalman Tepesi'ne de bir uğradık.
Muhteşem bir manzara. Hakikaten
görülmeye değer.






Acısıyla, tatlısıyla bir şenliği de geride bıraktık. Yorgunluğuma da değdi. Geriye dönüp baktığımda güzel bir anı olarak kalacak .


Ne uçurtmayla, ne de şenlikle alakası olan bir şiirle noktalamak istiyorum yazımı. Aziz Nesin'in bu şiirini gölette Selen'in kısık :) sesinden dinledik. Çok hoşuma gitti, paylaşmak istedim...

BAĞIŞLA

Ya zamanından çok erken gelirim..
Dünya'ya geldiğim gibi,
Ya zamanından çok geç,
Seni bu yaşta sevdiğim gibi....

Mutluluğa hep geç kalırım.
Hep erken giderim mutsuzluğa..
Ya herşey bitmiştir çoktan,
Ya hiçbirşey başlamamış...

Öyle bir zamanında geldim ki yaşamın,
Ölüme erken,sevgiye geç..
Yine gecikmişim bağışla sevgilim..
Sevgiye on kala,ölüme beş......



schule Çarşamba, Mayıs 26, 2010

Yakın bir zamana kadar, kendi kendime "Ne kadar nankörsün Şule!!" demekten, bu sıfatının üzerime yapışacağı konusunda derin bir endişe taşımaya başlamıştım. Allah'tan bu sadece ben ve iç sesim arasında bir mesele olmaktan öteye geçmedi. Gerçi, bundan sonraki birkaç satırla artık halka arz olacak.


Kasım 2008... Artık bir işim var. Memlekete gelmişim. Ailemin yanındayım. İşten gelince yemeğim hazır, kira yok, dert yok, tasa yok. Kısacası hayat bana hayat.

"Nasıl daha faydalı olurum?" un hesaplarını yapmaktan, birkaç aylık alışma döneminin nasıl geçtiğini anlamadım bile. E yeni bir hayatın heyecanı da var tabii. Ertesi gün anlatacaklarımı hazırlarken ne büyük bir iştah duyuyorum anlatamam.

Derken, günler haftaları, haftalar ayları kovaladı bu tempoyla. Sonra bir durup soluklandım. Dönüp baktım arkama. Okulla ev arasına sığdırdığım 38 km lik yol, günlük plan ve yazılı kağıtları dışında elde var sıfır. Hep böyle mi olacak?

Ondan sonra "keşke" evresi başladı:
Oysa ne hayallerim vardı. Bir şirket binasının en üst katındaki dar, uzun koridorda, kendimden gayet emin ve ciddi bir tavırla yürürken, topuklu ayakkabımdan çıkan ses yankılanıyor. Tak... tak... Siyah kemik çerçeveli gözlük de cabası.
Hımm... Reklam ajansı gibi birşey de fena olmazdı. Her an değişik fikirler üretmek eğlenceli olsa gerek.
Ya da mimarlık mı okusaydım ...?

Offf... Hayatım ne kadar da monoton..!

Bunları düşünürken, bir yandan da kızıyordum kendime : "Nankörlük etme, yerinde olmak isteyen bir sürü kişi var."

Ama sakalımız yok ki dinletelim.

Neyse ki, bu sıkıntılarımı paylaştığım bir arkadaşım, kabustan uyanmama yardımcı oldu. Gerçi onun da sakalı yok ama, dinledim işte :)

O andan sonra daha pozitif bakmaya çalıştım hayata. Belki yine aynı şeyleri yaşıyorum, farklı bir etkinlik yaptığım yok. Ama herşeyden keyif almaya çalışıyorum. Ve başarıyorum da sanırım. Karamelli bir kahvenin yanında bir dilim havuçlu kek yerken, pijamalarımı giyerken, arabada şarkı söylerken veya yeni çıkan şarkılardan birini dinlerken, Ezel'i izlerken, ya da ne bileyim işte 'Gabarinizi kontrol edin' tabelasını gördüğümde bile (çok abarttım sanırım) aklıma güzel şeyler geliyor, ya da getiriyorum.
Ve daha mutlu uyanıyorum güne. Her ne kadar minibüs yolculuklarım bu mutluluğuma gölge düşürmeye çalışsalar da yıkılmıyorum:)

Akşam eve geldiğimde, balkonda oturup bol telveli bir kahvenin zevkini çıkarmayı da ihmal etmiyorum.

Oh be..! Dünya varmış...


schule Perşembe, Mayıs 13, 2010

Dondurucu günler geride kaldı nihayet. Yaşasın Mayıs..!

'Şu güzelim günleri nasıl iyi değerlendiririm' in telaşına düşmüş vaziyetteyim. Şimdilik uçurtma uçurmakla ve çiçek sulamakla geçiriyorum okul sonrası vakitlerini. Balkon sefasına da başladık artık.

Bugün de hava şahaneydi. Boş dersleri dışarıda geçirmek lazım gelirdi haliyle. Bulduğum arada bahçeye koştum, ama topuklu ayakkabı seçimim yüzünden voleybol oynayan meslektaşlarımı sadece izlemekle yetindim. İçime dert olmuştu. Evde bunun acısını çıkarmalıydım. Ama hayır. Sadece kendimi kandırıyordum. Ne yapacaktım ki tek başıma. Çocukluğumda oynadığım duvarda top sektirme gibi sıkıcı bir eyleme girişebilirdim ancak.

Eve yaklaşırken nihai kararımı 'Oğlusu ile yürüyüşe çıkma' olarak belirledim.
Arabadan indim. Bir de ne göreyim! Kuzenim Mustafa...
İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş.

Yemekti, muhabbetti derken, Musti'den bir teklif geldi : "Hadi Şule Abla, motorla bi tur atalım."

Âlâ .. :)

Hemen kaskı geçirdim kafama, sineklerden korunmak için gözlüğümü de taktım. Geçti Musti direksiyonun başına, ben de arkada yerimi aldım. Vurduk kendimizi yollara. Öyle bir tepeye çıktık ki, bugüne değin gördüğüm en güzel manzarayla karşılaştım. Fotoğraf makinemi yanıma almadığım için de bir o kadar pişmandım.

Orası yetmedi bize, başka yerler keşfetmek lazımdı. Bir de karşıki tepeye çıktık. Gözümüz gönlümüz açıldı.

Güneş batmaya yüz tutarken dönüş yoluna düştük biz de. Bu kez yer değiştirdik. Direksiyona ben geçtim. Düz yolda iyi gidiyorum fakat, virajda yavaşlama problemim var sanırım :) Fazla yavaşlıyorum.

Yine böyle bir virajda...

Yüzüm zeminle paralel ilerliyor.
Kaskımı 2 metre ötede görebiliyorum.
Elim acıyor.
Mustafa panikle şu sözleri tekrarlıyor : "Şule Abla, Şule Abla, bişeyin var mı !"
Ayağım motorun altında.

Neyse ki hafif yaralar dışında önemli birşey olmadan atlattık. Ama gülmekten de kendimizi alamadık eve gidene kadar. Ve tabii ki kimseye bu konudan bahsetmemeye karar kıldık. Yoksa daha hayatta izin vermezler.

Evde bir hasar tespiti yaptık vücudumuzda. Arada bir de birbirimize bakıp kıkır kıkır güldük.

Bu düşüşün bile 'süper' bir deneyim olduğu konusunda hemfikirdik :)

Ama ben, 'sabah köprüye motorla inme' fikrini bir müddet askıya aldım.


(Bu yazıyı okuyan kardeşlerim ya da kuzenlerime sesleniyorum: Aramızda kalsın ;) )



schule Cumartesi, Mart 13, 2010

Az önce facede amaçsızca dolanırken dikkatimi çeken bir yazıyı kopyalıyorum. Bilen vardır mutlaka. Ben ilk kez duydum ve çok etkilendim doğrusu.

Eflatun'a iki soru sormuşlar.
Birincisi ; "İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir ? "...
Eflatun tek tek siralamis :

- Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler...
- Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler...
- Yarından endişe ederken bugünü unuturlar.Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar...
- Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler...

Sıra gelmiş ikinci soruya ; "Peki sen ne öneriyorsun?"

Bilge yine sıralamış ;

- Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi "sevilmeye" bırakmaktır...
- Önemli olan; hayatta "en çok şeye sahip olmak" değil, "en az şeye ihtiyaç duymaktır"..



schule Pazartesi, Mart 08, 2010


Otuz dakikalık Korgan-Fatsa yolunun virajları çoğu zaman çekilmez gelir. Bunu her “Yolda..” yazımda ifade etmişimdir.Fakat şoför mahallinde bulunmadığım seferlerde, kulağımda bir Sezen şarkısı eşliğinde seyre dalarım doğanın o enfes renklerini. Hayattan tamamen soyutlanmış gibi…

Mutfakta harıl harıl yemek yaparken, salonu süpürürken, geometri testi çözerken ya da bir kafede oturup çene çalarken, fonda çalan şarkının sözlerine dikkat etmeyiz pek. Boşluk doldurmak için vardır oralarda müzik. Ama böyle yolculuklarda sözlere daha bir dikkat ediyor insan. O zamanlarda anlıyor şarkının ne kadar saçma ya da ne kadar anlamlı olduğunu. Tıpkı, yine bir Korgan seferinde dinleyip mıh gibi yerime çakılmama neden olan Güldünya gibi. Sözleri Aylin Aslım’a ait, yorum ise Sezen’den.

Canım abim vurma beni

Bu dünyadan alma beni

Dökülür mü kardeş kanı

Bir karında yatmadık mı

Bir anadan doğmadık mı

Bir memeden doymadık mı

Binbir yarayla tek bir kurşunla gitti Güldünya

Kim farkında, kimin umurunda

Söndü bir dünya

Seni gönderene söyle

Köydeki büyük meclise

Söyle daha çocuk yaşta

Üstüme çıkan herife

Eğer böyle ölürsem

İki elim yakanızda

Hayaletim gezer

Düşer peşinize

Az çok tahmin etmişsinizdir Güldünya’nın hikayesini. Bir de ben anlatayım kısaca :

Uğradığı tecavüzün ardından hamile kalır Güldünya. Önce intihara zorlanır. Buna karşı çıkabilmiştir. Ama bu sefer de o herif(!)le zorla evlendirilir, ikinci eş olarak.


Adam kaçar ardında altı nüfus bırakarak. Ortada kalmıştır artık Güldünya. Terkeder o da köyü, İstanbul'a gider.

Ailesinin sahip çıkmadığı kadına köyün emekli imamı kol kanat gerer. Bir de “Umut” u vardır Güldünya’nın; herşeyden habersiz bir bebeği...

Çok geçmeden abileri de bulmuştur Güldünya'yı. Hesap kesilecektir...

Nitekim öyle de olur. Vurulur Güldünya. Ama kurtulur…

“Görev”leri yarım kalmıştır abilerin. Tamamlamak hiç de zor olmaz onlar için. Ellerini kollarını sallaya sallaya hastaneye girip yarım bıraktıkları işi bitirirler.

Töre cinayeti kurbanı Güldünya, önce üçüncü sayfa haberiydi. Ölünce manşet oldu. Aradan altı yıl geçmesine rağmen hala unutulmadı. Bir albüme adını veren şarkı onun için yazıldı. Ama O öldükten sonra...



Bir diğer şarkı Aysel Gürel’den. Bilmeyen azdır Ünzile’yi. Gürel, bir Anadolu turnesinde tanıştığı Ünzile isimli kadından etkilenip yazmış sözlerini.

Beşi ölü, on kardeşten biridir Ünzile. Şimdikilerin oyuncak bebekle oynadığı yaşta, ona görücü gelmiştir. Daha kendisi çocukken, birkaç koyun karşılığı satıldığı,tanımadığı bir adama çocuk vermek için vardır o nasılsa. 12 sinde ‘ana’dır artık.



Gül gibi narin, su gibi saf ve sakin der şarkı O’nun için.

“Yağmuru kim döküyor? / Ünzile kaç koyun ediyor?”

İnsanın bilgiye en aç olduğu çağında, en masum sorulardan mahrum bırakılır. Dayak yer,artık hiçbir şey sormaz. Susar…


Köyün son çiti, Ünzile’nin kocaman(!) dünyasının sınırıdır. Oradan ötesi yoktur onun için.

Ünzile’nin hikayesi de böyle devam eder. Çocukları büyümüştür herhalde. Kızları da olmuştur belki. Kızlarının da töre denen aynı kısır döngüde, kendisi gibi ezilip gitmelerini izlemiş midir çaresizce? Kim bilir…

Bu ülkede daha binlerce Güldünya ve Ünzile var töre cinayetleriyle katledilen veya özgürlükleri ellerinden alınıp ölmekten beter edilen. Suçları ortada : yanlış(!) cinsiyet genini taşıyorlar.

Sırf bu gen yüzünden şiddete maruz kalışları ya da öğrenme haklarının ellerinden alınışları.

Bu insanlık suçunu işleyenler kadar, tüm bunları görmezden gelenler de suçludur.

Başka suçlar işlenmeden uyanalım artık. Erkek, kadın, çoluk çocuk… Hepimiz uyanalım..! Uyandıralım..!