








Her sabah korka korka gidiyordum Korgan'a son iki haftadır. Acaba bugün karla karşılaşacak mıyım diye.

Öğrencilik yıllarımdan kalma kağıtları, fotoğrafları vs. sakladığım bir kutu var. Dün o geçti elime, karıştırdım biraz. Lise mezuniyet yıllığı için arkadaşlarımın hakkımda yazdıkları yazıları okudum. Her an faaliyete geçmeye hazır olan göz pınarlarım yine devreye girdi, ama küçük çapta.

Zar zor yetiştim servise.
1 saat 15 dakika sürdü asıl ulaşım aracıma ulaşmak için istifade ettiğim minibüs yolculuğum.
Gerekli işlemleri yapıp bekleme salonundaki soğuk, metal ve birhayli konforsuz oturaklara oturana kadar herşey gayet normaldi. Bu cümleden oturakların beni huzursuz ettiği çıkmasın, tamamen tesadüf :)
İçim sıkılmaya, karnıma kramplar girmeye başladı aniden. Telefona sarıldım hemen, birileriyle konuşup unutabilirdim belki ne idüğü belirsiz bu sıkıntıyı. Üç denemem de sonuçsuz kaldı, kimseye ulaşamadım. 1 saate yakın bekledim o boğucu yerde. En sonunda imdadıma Özlem yetişti.Konuştuk, konuştuk...
Anons yapıldı, 100'e yakın kişi çıkış kapısına üşüştü. Bende de anlamsız bir şekilde insanlara dikkat etme durumu baş gösterdi. Herkesi dikkatle inceliyor buldum birden kendimi. Sanırım öleceğimden korkuyordum ve yarım saat sonra yere çakılacağını düşündüğüm uçağın yolcularını süzüyordum . Kimin, nasıl bir hikayesi var acaba? Neden Ankara'ya gidiyorlar?Şu çift kaç aylık evli ki? Arkamızdan yazılabilecek dramatik hikayeleri kestirmeye çalışıyordum galiba.
Benim için ne yazarlardı ki? Görünürde gayet basit bir amacı var bu seyahatimin. Oradan bir malzeme çıkması zor. Belki, "Oysa ki ne zorluklar çekerek yeni öğretmen olmuştu. Mesleğine doyamadan aramızdan ayrıldı.." gibi oldukça dram kokan bir alt başlık yazılabilir :P
Bu antin kuntin düşünceleri bırakma kararı almıştım ki, merdivenleri çıkarken kokpite takıldı gözüm. Işığı oldukça kısık göstergeler- nasıl bir ruh halindeysem artık- uçağın külüstür olduğunu aklıma düşürdü(sanki daha önce onlarca kokpit görmüşüm de kıyaslama yapıyorum)
Sakin ol Şule...Sakin...
Bendeki paranoya öyle zirveye çıktı ki, uçakta sinek uçsa "Bu bir işaret mi?" diye düşüneceğim artık. Ama o da ne..? Sinek..!! Daha çok gençtim halbuki...
Sakin...
Yanımda oturan, sonradan opera sanatçısı olduğunu öğrendiğim, enine-boyuna alabildiğince geniş olan adamın gereksiz rahatlığı beni iyice gerdi başta. Ama baktım ki türbülansa dahi girmiyoruz, "Hadi bakalım, yırttık Şule!" deyip ben de başladım muhabbete. Oh be dünya varmış..!
Nihayetinde çok şükür kazasız belasız atlattık bu yolculuğu da. Oradan in,buna bin, otobüs,taksi falan derken kardeşlerime kavuştum sonunda.
Yolculuktaki kasvetin aksine, oldukça keyifli geçti hafta sonum.
Dönüş günü geldi çattı.
Servisteyim yine. Moral bozukluğumun üzerine bir de GS'nin yenildiğini öğrendim,dünya başıma yıkıldı. Ama bu sendromu da çabuk atlattım.
Esenboğa girişinde bir de ne göreyim..! GS futbolcularını taşıyan otobüs. Servisten bir indim, Arda, Ayhan,Servet... Kısacası bütün kadro. Hepsinde moral sıfır. Eeee Ankara takımından 3 tane yersen, böyle olur tabi.
Güvenlik kontrolünden geçiyorum, Ayhan hemen önümde. Bekleme salonuna yöneldim Baros'la göz göze geldik. Oturdum, iki sandalye yanıma Elano oturdu. Az sonra karşıma Rijkaard geçti oturdu. Ben de güya istifimi bozmuyorum, her gün gördüğüm için onları :P fotoğraf falan çekinmeye tenezzül dahi etmiyorum. Ne o görmemişler gibi :P
Aslında kendimi kandırıyorum. Bal gibi de isterdim Rijkaard' la, Arda'yla bi fotoğrafım olsun. Tam cesaretimi topladım ki, Elinde cep telefonu, Rijkaard'a doğru giden bir adamın koruma tarafından engellendiğini görünce hevesim de kursağımda kaldı.
Ve 48 saat sonra tekrar Çarşamba...
Ardından Fatsa...Evim...Odam...Yatağım...
Çok yorgunum, uyumalıyım...
Ama canım da ne kadar havuçlu kek çekti..!
Her an her yerde dedikodu yapma potansiyeline sahip bir milletiz hiç kuşkusuz. Evde, arabada, bakkalda, kaldırımda, öğretmenler odasında...Kısacası, en az iki kişiden oluşan insan topluluklarının bulunduğu her yer (özellikle de altın,dolar, Japon Yen'i günleri) dedikodu mahalidir.
Her ne kadar 'kardeş eti yeme' ile eş olduğu söylense de, birinin dedikodusunu yapmak birçoğumuza oldukça tatlı gelir. "Amaaannn!! Zaten iki kişinin bildiği sır değilmiş, hem Allah'ın bildiğini kuldan mı saklicaz be güzelim!" deyip başlarız anlatmaya. Gelini kaynanası, dostu düşmanı, konusu komşusu kim varsa hepsi dedikodusu yapılmaya aday şahıslardır. Birinin "Yapma, arkasından konuşma, yazıktır, günahtır.." uyarısıyla karşılaşıldığında cevap da hazırdır: "Ne var yani!! Dedikodu mu şimdi benimki! Yüzüne de söylerim..!"
Benim bildiğim, dedikodu tanıdık insanlarla yapılır. Sen eşine, arkadaşına anlatırsın; bakkal diğer bir mahalle sakinine anlatır vs... Nitekim anlatılan da, anlatan da , hakkında atılan da tanıdık olur. Bugün yolda geçen hadisede ne anlatan, ne dinleyen, ne de hakkında konuşulan tanışıyorlardı :)
Minibüsün üçüncü sırasından istemeden kulak misafiri oldum ön iki sırada oturanların konuştuklarına. Ama muhabbet öyle yerlere gitti ki misafirliğin ötesine geçti benim kulak, kabarmaya başladı. Şoför, yanında oturanla sohbete daldı önce : "Nerelisin? Falancayı nerden tanıyorsun? ..."
Genç de cevaplamaya çalıştı soruları. Sanırım o 'falanca'dan epeyce bir sıkıntısı varmış ki sonunda dayanamadı içini dökmeye başladı. Bir kız davası varmış da, şöyle demişler de, böyle olmuş da...
Konuyla hiç bağlantısı olmayan arka koltuktaki teyze de daldı muhabbetin içine:
"Ayy yavrum yerden göğe kadar haklısın..Böyle bu işler ama ne yapacaksın. Bizim de filancanın oğlu vardı bi.. Gelin aldıydı da bi yerden, şöyle çektiler, böyle çektiler..."
O sırada, şoförün aklına köylerinden kocaya kaçan biri geldi sanırım, başladı onu anlatmaya. Oturaklı da bir "eşşoğğlleşşeekk" savurdu muhatabını anlayamadığım birine.
Yol boyunca muhabbet(!?!) uzadı da gitti. Arada kullandığım "falanca, şöyle, böyle" kelimelerinin yerini doldursam bu geceyi sabah ederim heralde ve dedikodu da yapmış olurum :P
Şoför, genç ve teyze üçlüsünün bu diyaloğunu 'sıcakkanlılık' mı yoksa 'dedikoduseverlik' olarak mı addedersiniz bilemiyorum.
Ben de böylelikle Korgan-Fatsa seferlerindeki bu muhabbetler sayesinde , üçüncüsünü "THE END" ile noktaladığım 'Yolda' serisinin tam gaz devam etmesi gerektiğinin ayrıma vardım.
En son ne zaman gönderi yapmışım diye baktım az önce: 07.09.2009. Hayrete düştüm ve esefle kınadım kendimi. Ama konu sıkıntısı çektiğimi bahane olarak gösterebilirim sanırım . Ve bir de emektar bilgisayarımı çok sayın gıda mühendisimize hibe edişimi...
Aradan tam 20 gün geçmiş. Binlerce (:P) okuyucumun yazılarımı okuma zevkinden mahrum kaldığı koskoca 20 gün... Koskoca diyorum, çünkü araya bir sürü etkinlik sığmış...
*Sevgili öğrencilerimin ve bir de MEB müfettişinin katılımlarıyla Ortalama Yükseltme ve Sorumluluk Sınavları geride kaldı.
*Ardından 'Başarı İçin El Ele Projesi' kapsamında toplantılar ve raporlar silsilesi düzenlendi.
*Ramazan bitti. Bol ziyaretli ve şekerli bir bayramı da geride bıraktık.
*Babamın biricik köpeği, canilik eğitimini tamamladıktan sonra Korgan Yaylalarından eve kesin dönüş yaptı.
*Oğlusu büyüdü; kedi, köpek, inek vb. hayvanlara kafa tutar oldu.
*Ankara'dan Gamze'm geldi, evde bir bayram havası esti. Çünkü sınavını geçti :)
*2009-2010 eğitim öğretim yılının ilk iki günü öğrencisiz geçti.
*Nurefşan gurbete gitti geldi :P
*Kardeşlerimden sonra ev ıssız kaldı, canımın sıkıntısı bir kat daha arttı.
*İki kez rejim girişiminde bulunuldu. Üçüncüsü yolda...
*Lig TV ye, dolayısıyla da GS ye kavuşuldu.
*Düğüne kıyafet bakma operasyonundan eli boş dönüldü.
*Üç kitap bitirildi:
Uçurtma Avcısı /Khaled Hossaini
Aşk / Elif Şafak
Ramses-Işığın Oğlu /Christian Jacq
*İstanbul'da sel oldu. Bilanço : 31 ölü, 9 kayıp...
*Ankara'da '7.cadde referandumu' yapıldı.
*6 da 6 yapan GS, 7. maçında puan kaybetti.
. . .
Sabah 7:00 de Fatsa-Korgan yolunda olmam için listeyi burda bitirmem gerek sanırım...
Bir daha bu kadar ara vermemek umuduyla ... ;)
Fatsa - Ankara - Fatsa - İstanbul - İzmir - Ankara - Fatsa güzergahından sonra epeyce bir yol antipatisi oluştu bende. "Daha uzun süre Fatsa'dan çıkmam!" diyordum. Büyük lokma yeyip - ki sıkça diyet yapmamın ana sebebidir - büyük laf etmeyen biri olarak bilirdim kendimi. Amma velakin bu kez böyle olmadı. Gerçi bilmiyor değildim Eylül'de Fatsa-Korgan seferlerinin başlayacağını da, demek ki bilinç gerisine atmışım.
Ramazanın her gününü, bir önceki günün uyuma rekorunu kırmakla geçirdiğim düşünülürse, 31 Ağustos tarihinden itibaren sabahın 7 :00 ında kalkma zorunluluğunun, ne büyük bir işkence olduğunu tahmin edersiniz. Üstüne bir de ,12 km si deniz seviyesinde seyreden, 26 km sinde ise 750 m rakıma ulaşmayı hedefleyen Korgan yolunu düşünün.
10 ay boyuca, maruz kaldığım "Gidiş-geliş zor olmuyor mu?" sorusuna hep "Yoo...Alıştım artık. Yarım saat canım...Çok değil!" cevabını verdim. Ama minibüsle gerçekten çekilmiyor!
Virajların bitmek bilmediği yolda bir sağa bir sola savrulmak ayrı dert;kulaklığımı unuttuğum günlerde 45dk boyunca, 'yanık' diye nitelendirilen seslerin sahiplerini dinlemek ayrı.
Genelde, orgdan gelen 'dım tıs' ritmini saymazsak enstruman olarak sadece elektro bağlamanın kullanıldığı şarkılar çalınır. Ama bu sabah teypten yükselen 'yaylı grubu' melodisi beni sevindirdi. Zira şu bildiğimiz arabeski (İbo, Mahsun, Ferhat Güzel...) dinlemeyi bile özlüyorum orda. Az sonra çıkan kadın sesini epizodik belleğimdeki ,"Beterin beteri var" şarkısını söyleyen kadının sesiyle eşleştirdim. Evet evet Bergen olmalı...
Bir-iki yürek dağlayan şarkıdan sonra yine o ses..!
Elektro bağlama... Adam başlıyor söylemeye:
Ve sonra , şarkının 'eeeee' li kısımlarında insandan çok bir kuzununkiyle özdeşleştirdiğim ses eşliğinde, sislerin arasından zar zor görünen okuluma doğru ilerlemeye devam etti minibüs kıvrıla kıvrıla...
Hani,rüyanın en gerilimli sahnesinde bağırmak istersin, bağırırsın ama sesin çıkmaz, uyanmayı beklersin ya çaresizce ...
Hani, yoldayken canın önceki akşam yaptığın çikolatalı pastayı çeker de, eve vardığında ayırdığın son dilimin kardeşin tarafından mideye indirildiğini öğrenip sinirlenirsin ya...
Ya da çok beğendiğin bir ayakkabının son çiftinin, az önce çıkan müşteri tarafından alındığı söylenir de için bir garip olur.
Karnın acıkır,annene küsersin ; şehir de sana küser. Üstelik kedin bile yoktur ki o berbat hissi paylaşasın.
Hani , 'Gidemem' i fısıldar Sezen kulağına da, beş yıl önceyi düşünürsün; boğazında birşey düğümlenir; midene bir yumruk oturur; konuşamazsın;yutkunamazsın ya...
İşte öyle bir halet i ruhiye içerisindeyim şu an 1 km ötemdeki Volkan Konak'ı dinlerken. Sezen'den sonra sahnesini en merak ettiğim adamın sesini duyuyorum canlı canlı ama şarkı söylerken kendinden geçip eğilip bükülüşünü göremiyorum.
'Feriğim' i söyledi.O yetmezmiş gibi şimdi bir de 'Aynalar'a başladı :(
...
Beni Kategorize Etme
Beni kategorize etme, benle oynama
Yaftayı yapıştırıp bana isim koyma
Karikatürleştirme beni ilahlaştırma
Tabulaştırma sakın tapulaştırma
Ben seni öyle sevdim öyle sevdim
Ben seni öyle sevdim böyle mi sevdim
Matematiklaştirme beni çarpma, bölme
Toplama, çıkarma sakın beni hesaplaştırma
Mekanikleştirme beni otomatiklaştirme
Yarıştırma sakınonla bunla karşılaştırma
Ben seni öyle sevdim öyle sevdim
Ben seni öyle sevdim böyle mi sevdim
Sıkıştırıp tıkıştırma beni depolaştırma
Duygularım yok oldu yüreğimi nasırlaştırma
Beni demoralize etme depolitize etme
Her işten kaçar oldum beni illegalize etme
Söz - Müzik : Bülent Ortaçgil
Son iki haftadır yerleşik bir düzenimin olmayışından,haliyle de bilgisayarın başına doğru dürüst oturamamamdan dolayı oldukça gecikmiş bir iletiyle karşınızdayım.
Bir önceki "İstanbul" yazımda kısacık bahsettiğim Sezen'in Harbiye konserinden tadımlık bölümleri ara ara servis edeceğim.
Video ve fotoğraf çekiminin yasak olduğunu hatırlatıp öyle sunuyorum ilk videoyu. Zira arada bir yamacımda beliren görevliden saklayayım derken makine bir o yana bir bu yana sallanıp duruyor ve tehlikenin doruğa çıktığı noktada şarkı orta yerinden kesiliveriyor mecburen.
Ve ilk parça : Fahir Atakoğlu eşiliğinde 'Lal' ...
Arkadaşlarıma , Sezen'e kavuşacak olmanın verdiği heyecan ve Elif Şafak'ın 'Baba ve Piç'i yolculuğu biraz daha katlanılır kılmaya yetti. Ve nihayet İstanbul...
İlk gün, sonraki iki günün planını hazırlamakla geçti. Adalar mı, yoksa müze müze dolanmak mı? Kararı sonra veririz diyerekten ikinci güne Kanlıca'da Hidiv Kasrı'nda şahane bir manzarayla başladık. Kahvaltı, ağaçların arasında huzurlu bir yürüyüşün ardından sahile inip Kanlıca Yoğurdu da gönderdik mideye. Bir de taş bulsaydık boyumuza göre;uzanıp gözümüzün yaşını süzdürecektik Hisar'a doğru. Ama ortada ne taş vardı ne de gözde akacak yaş. Sonra bıraktık kendimizi Boğaz'ın muhteşem sularına. Biraz ıslak ama hiçbirşeye değişilmeyecek bir geziydi. Sezen'imin yalısının önünden bile geçtim. Akşam canlı canlı dinleyeceğim kadın o an balkona çıksa ne yapardım acaba?
Ve işte o an geldi! Sezen sahnede. Fahir Atakoğlu'nun piyanosu eşliğinde 'Lal' söyleniyor. Ardından 'vazgeçtim' ve sonra diğerleri... Erkan Oğur'u da dinleme hazzına nail oluyoruz o gece. Üç buçuk saatten sonra Sezen artık bizleri evimize uğurluyor. Ve kulağımda O'nun sesiyle uykuya dalıyorum.
Üçüncü gün (bugün), İzmir tayfasını biraz eksikle de olsa topladık. Eski günleri yadettik ömürlük dostlarımla. Emirgan'da tatlıları gönderdik bu kez midelere. Ve sonra teker teker vedalaştım her biriyle.
Birkaç saat sonra ayrılıyorum bu sefer daha da bir hayran kaldığım İstanbul'dan en kısa zamanda tekrar gelmeyi umarak...
Saat de 00:03 olmuş...24 Temmuza girdik... İyi ki doğmuşum :)
Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin. Hele bir de ertesi gün rejime girme sözü vermişsen kendine; o gün bulduğun her şeyi yiyebilecek kapasitedeysen ve evde hiçbirşey bulamıyorsan vay haline.
İşte o çaresiz anlarımdan birindeyken dolabı açtım ve gözüme ilişen kremayı kullanma yolları aradım. Sonra aklıma nedense patates geldi. Patates-kaşar peyniri ikilisine oldum olası hastayımdır, şansım var ki dolapta yeterince peynir de bulabildim.
Şimdi sıra hepsini karıştırmaya geldi. Patateslerimi halka halka kesip tepsiye dizdim;üzerine tuz ekelediğim kremayı boca ettim; en üste de kaşar peynirini rendeledim. Ama yine eksik birşey vardı: sarmısak... Sağolsun annem eksik etmez evden :) Birkaç diş sarmısağı da tepsinin üzerine serpiştirdikten sonra fırına sürüverdim (kendimce) şaheserimi.15 dk sonra sonuç : Enfes..!!
Rejim mi? Başka bahara artık...
Bu sezonki tatilimin yollarda geçeceğini düşünerek seri yazmaya karar verdim.
İlk durak Ankara...
Zorunlu olmasam senenin şu en sıcak günlerini Orta Anadolu'da geçirmek en son isteyeceğim şeydi heralde. Ama gel gör ki, evlenmek için illaki yaz ayını seçen çiftlerden olmak istediler sevgili arkadaşlarım Tümay ve Özcan. Ben de bu yılki ikinci "arkadaş düğünü" faslına mutlulukla iştigal etmiş oldum.
İlk cümleler "Lanet olsun buraya nerden geldim!!" der gibi olsa da, aslında 1,5 yılımı geçirdiğim başkenti özlediğimi itiraf edeyim.
Bu kent bana o kadar siyaseti anımsatıyor ki, sokakta gezerken bir an sanki yanımdan Başbakan ya da Cumhurbaşkanı geçecekmiş gibi biraz daha resmi yürümem gerektiği kanısına kapılıyorum. Sonra birden üniversite yıllarımı hatırlatan gençliğin arasına karışıyorum caddede onlardan biriymişim gibi. Oysaki en büyüklerinden bile en az 3 yaş büyük olduğumun farkına varıyorum içime oturan acıyla. Yaşlanıyorum galiba...
Arkadaşlarımla hasret giderip veda edeceğim iki gün sonra. Ama daha çok yolum düşecek sanırım, bekle beni Ankara...
Adı Bende Saklı albümünde sürekli başa sarıp tekrar tekrar dinlerdim bu parçayı.
Turgut Uyar'ın bir şiiridir aslında Denge.
Kendisini anlatan "Bir Yudum İnsan" belgeselinin en sonunda Aykut Gürel'in gitarı eşliğinde çok tatlı söylemişti ve beni mest etmişti. Ama bu video bambaşka... Sanki oturma odasında arkadaşlarına söylüyormuş gibi şarkıyı :)
22 Temmuz için daha bir heyecanlandım şimdi. Sezen'imi canlı dinlemek bambaşka birşey.
Mutlaka herkesin, hayatının bir bölümünü ya da bütününü etkilediğine inandığı birileri olmuştur. Ailesinden biri, arkadaşı, öğretmeni veya mahalleden Fahriye Ablası… Onlar size daima birşeyleri, biryerleri, bir dönemi hatırlatır. İyi ya da kötü ...
İşte benim hayatımda iz bırakanlar ve bırakmaya da devam edenler :
B, N, S2,H beşlisi:
Lise yıllarıma damgasını vuran canım dostlarım. Her ne kadar üniversite dönemindeki ayrılıktan sonra kopar gibi olsak da, onlar benim hayatımın vazgeçilmezleri.
Niğdeliler sitesi B blok daire 30-34 sakinleri :)
Üniversitenin, Buca’nın, İzmir’in, hayatın tadı çıkmazdı onlarsız. Keşke o iki daireyi olduğu gibi alıp merkezi bir yere inşa edebilseydik. :P
Ö-A
İzmir’deki yapışık ikizlerim (:
Hayatımdaki anlamlarını burada yazmam olanaksız.
Onlarsız üç yıl nasıl dayanabildim bilmiyorum. Ama az kaldı geliyorum :)
Sezen Aksu:
Sezen’in adeta hastası olduğumu bilir çevremdekiler. Ama bu sevgi sadece şarkıları yüzünden değil. Öyle ki çoğu insan Sezen’i damardan şarkıları için sever. Sen Ağlama, Geri Dön, Tükeneceğiz, Her Şeyi Yak, İstanbul İstanbul Olalı, vb…Çünkü sevgilisinden ayrılmıştır, efkar dağıtırken koyar bir Sezen şarkısı, vurur kederin dibine. Ya da yeni aşık olmuştur, günün anlam ve önemine uygun bir Sezen parçası bulmak pek tabii mümkündür. Velhasıl bu şarkılar aşık olan her insanın sırtını sıvazlar. Bir de kendimi düşünüyorum, beni anlatan neredeyse hiç şarkısı yok bu kadının.
Ben onun duruşuna; dünyadaki kötü gidişe duyarsız kalmayışına; herkes O’nu başının üzerine çıkarmak isterken, O’nunsa inadına yan yana yürümek isteyişine hayranım.
Cahide Hocam
Durup dururken muhabbet olsun diye sorulan ve genellikle sorunun yöneltildiği şahsın tabiri caizse apışıp kaldığı, “kem küm” den başka yanıt veremediği “İdolün kimdir ey fani?” sorusuna cevabımdır Cahide Bolat. Bir yıl öncesine kadar nefret ettiğim Tarih dersini, sayesinde sevdim, hatta bağrıma bastım (:
Öğrencileriyle diyaloğu bu kadar iyi olan başka bir eğitimci tanımıyorum. Derste o kadar takip etmişim ki kendisini, sınıfa soru sorup “evet” ya da “hayır” cevabı beklediği zaman gözlerini kapatıp kafasını sağa sola ya da öne arkaya sallayışı bana da geçmiş :)
O farkında olmasa da bendeki emeği çok büyüktür.
Canım hocam…
Büyüksün…
Mustafa Hocam
ÖYT nin bir numarasıdır kendisi. Gerçek bir eğitimcidir aynı zamanda. Onun da bende emeği çok fazladır. Ve yeri ayrıdır Mustafa Hoca’mın. Dünyaya bakış açımı değiştirdi, ufkumu açtı deyim yerindeyse. O’nunla olan sohbetlerimizden sonra kitap okuyuş tarzım bile değişti resmen. Ve şarkı sözlerine de daha bir dikkat etmeye başladım.
Saygılar hocam…
Ve tabii ki Geniş Ailem
Onlarsız ben bir hiçim zaten…
Yanlış bilmiyorsam 1989 yılında gösterime giren "Sezen Aksu Söylüyor" müzikalinde Onno Tunç'un piyanosu eşliğinde seslendirmişti ilk kez. Şarkının bestecisi Onno'nun ardından da fazlasıyla O'nu hatırlatıyor olacak ki bir daha hiç söyleyememiş. Ta ki bu albüme kadar.
27 şarkının içinden beni en çok etkileyen parça bu. Henüz 25 yaşımda olmama rağmen sözlerdeki yaşlılık ve ölüm teması öyle derinden işleniyor ki zihnime, daha ötesi ruhuma... Ama iç karartan, bunaltan bir hali yok konusunun ürkünçlüğüne rağmen.

3 yumurta sarısı
1 fincan şeker
0,5 lt süt
3 kaşık un
Bütün malzemeleri bir tencerede iyice karıştırarak pişiriyoruz. Krema kıvamını aldıktan sonra ateşten indirip 1,5 paket labne peynirini ilave ediyoruz. Krema artık soğumaya bırakılabilir. Şimdi sıra kekde.
Ben fazla uğraşmamak için hazır kek kullanıyorum. Markete gitmeye fırsatı olmayan da
5 yumurta, 4 fincan şeker
5 fincan un , 1 fincan ılık su
1 fincan sıvı yağ, 1 paket kabartma tozu
karışımı ile de kek hazırlayabilir. Ortadan ikiye ayırdığımız kekimizin her iki tarafını artık markasıyla özdeşleşmiş olan Nescafeli su ile iyice ıslatıyoruz. Soğuyan kremayı kekin arasına ve en son da üzerine döktükten sonra kakao ve(ya) Türk kahvesini üst kremayı kapatacak şekilde serpiştiriyoruz. Buzdolabında 2-3 saat bekledikten sonra servise hazır efendim tiramisumuz.
Afiyet bal şeker olsun ...
Makinadan yeni çıkmış piknik anları...


Sen olmasan bu blogu açmazdım...
Sen olmasan, bu blogu açsam bile müzik koyamazdım...
Sen olmasan , bu blogu açıp müzik koymayı becerebilsem bile, bu uğraş hiç bu kadar eğlenceli olmazdı...
Sağol canım arkadaşım.
İyi ki varsın... Sırf yukarıda saydığım nedenlerden dolayı değil tabi:)
Yineliyorum:
İyi ki varsın...
İlkokuldayken okul gezilerini hep piknikten ibaret sanırdım. "30Nisan" takvim yaprağından koptuktan sonra başlardı Demirci Köyü seferleri.
Üniversite yıllarında pek gezemedik. Her taraf gezi afişi doluydu aslında; Şirince, Bodrum, Kuşadası, Nevşehir ... vs. Biz sadece bakmakla yetindik. Bir öğretmenin "Hadi bakalım, şuraya gezi var. Gelmek isteyenin pamuk elleri ceplere" demesini bekliyorduk sanırım. Son sene Çanakkale'ye gidebilmiştik Allah'tan.
Bunca yıl "öğrenci" olarak katıldığım bu etkinliğe geçen hafta "öğretmen" statüsünde dahil oldum. Korgan İHL olarak Trabzon'a şöyle bir uzanalım dedik. Günübirlik bir gezi (hatta gezicik) olmasına rağmen oldukça eğlendik. Öğretmen olunca daha bir oturaklı (e haliyle de ruhsuz) olunur sanıyordum gezi boyunca ama yanılmışım. Öğrenciden pek farkımız yoktu.
Tartışmasız gezilerin en eğlenceli bölümü olan "arka 5'li" muhabbeti yine şahaneydi.
Ben olurum da eğlenceli olmaz mı :P
Bir ay önce gördüğüm fragmanının Tom Hanks'li ilk sahnesinde :
"Yoksa bu... Bu o mu??" diye heyecanla anneme seslendim. Ne sormak ya da anlatmak istediğimden tamamen bihaber olan annem cevap veremedi haliyle ama ben birkaç saniye sonra ekranda 'Angels & Demons' yazısını görünce cevabımı aldım.
Evet o ... Melekler ve Şeytanlar...
Az sonra izleyeceğim filmi tamamen unutacak kadar kendimi kaptırmışım fragmana. Bir ara Ordu'da olduğuma bile hayıflandım. Bu sahneler neredeyse "çakmak cebi" boyutundaki salonlarda izlenir mi yahu!
Beni asıl etkileyen insanın içini ürperten müzikler eşliğindeki Roma ve Vatikan görüntüleri oldu. Tek kelimeyle büyüleyiciydi. O kadar ki Roma hayallerim yeniden alevlendi birden.
Yok yok... Daha fazla dayanamam.
İtalya'ya gitmek farz oldu...
Hoşgeldim...
Niye geldim?
Hemen izah edeyim: Efendim, yaklaşık bir saat önce bizim aamet (kendi blogunda her ne kadar bizi Ş, Ö, M vb. harflerle ifade etmişse de ben ona kıllicik bir 'A' harfini yakıştıramadığım için tam ismini kullandım) ile havadan sudan muhabbetlerimizden birini ediyorduk ki söz döndü dolandı benim çok eskiden yazı yazdığım bir bloga geldi. Ben bile unutmuştum bu yazıların varlığını. Şöyle bi okudum da, içim 'cızz' etti yahu. Ben eskiden yaşıyormuşum dedim içimden. Öğrencilik yıllarım - ki aslında sadece son iki yıldan bahsediyorum - gözümün önünden film şeridi gibi geçti birden.Sonra düşündüm ki eğer şimdi de birşeyler yazarsam, ileride okuyunca yine içim bir hoş olacak.
Velhasılı kelam yine ve yeni bir yazı alanıyla karşınızdayım. Kaç kişi okur yazdıklarımı bilmiyorum. Pek de düşünmüyorum bunu gerçi.
Dedim ya, ileride okuduğumda 'içim bir hoş olsun' yeter.